| ||||||||||||||||||||||
| ||||||||||||||||||||||
Detaylar | ||||||||||||||||||||||
Giriş Ömer Hayyam… Evet, tam ismi Nişaburlu Gıyaseddin Eb’ûl Feth Ömer İbn-i İbrahim el-Hayyam olan, yaşam öyküsü hâlâ birçok yönüyle gizemini koruyan, yaşamı efsanelerle çevrili bilim adamını, büyük şairi, bu büyük insanı tüm dünya bu isimle tanıyor. Her şeyden önce Hayyam kimdir? Bir şair mi? Gök bilimci mi? Veya bir matematikçi ya da filozof mu? Yoksa hem ilki, hem ikincisi, hem de hepsi birden midir? Bildiğiniz gibi tarih, insanoğlunun faaliyet gösterdiği her alana yeteneği olan pek çok dâhiye tanıklık etmiştir. Onlar tüm insanlığın gerçek süsü, en büyük serveti ve hazinesidir. Ömer Hayyam’ın da onlardan biri olduğunu söyleyebilir miyiz? Kesinlikle evet. Hemen aklımıza ikinci bir soru geliyor: Bu yeteneklerinden hangisi daha çok göze çarpar? Adını ölümsüz kılan asıl şey nedir? Engin bilgi sahibi olan İbn-i Sina, her şeyden önce bir düşünür ve doktordur; yine birçok yeteneği olan ve en çarpıcı şekilde güzel sanatlarda kendini gösteren Leonardo da Vinci tam bir yetenek abidesidir... Bunun gibi pek çok örnek sayılabilir. Acaba Hayyam’ın hangi yeteneğini ilk sıraya koyabiliriz? Siz okurlarımıza bu soruya cevap verebilmeniz için küçük bir deneme yapmanızı öneriyoruz. Lütfen çıkın sokağa ve karşınıza çıkan ilk on, on beş kişiye sorun Ömer Hayyam kimdir diye. Herkesten aynı cevabı, “şairdir” cevabını duyacağınızdan hiç kuşkunuz olmasın. En önemlisi de budur. Ancak, soru Hayyam’ın şiirlerinin doğasıysa ulaşılacak cevap tek olmayabilir. Bazıları -ki onlar çoğunlukta olacaktır- Hayyam’ın şarabın ve dünya zevklerinin şarkıcısı, hedonist[1] ve epikürcü[2] olduğunu söyleyecektir. Diğerleri de “şair-filozof” diye ekleyecektir. Kimisi de belki, Hayyam’ın satırlarındaki şarap da, dünyevi zevkler de, doğrudan geçici zevklerin övülmesinin ötesinde, ortodoks[3] İslam anlayışının dar dogmatik algısına karşı özenle gizlenmiş bir başkaldırıdır diyecektir; zira bilindiği gibi Kur’an, “dini bütün” Müslümanların şarap içmesini yasaklamaktadır. Büyük olasılıkla, kendisine soru yöneltilen her on kişi arasından, bu büyük şairin önemli felsefi tezlerinden, aynı zamanda seçkin bir matematikçi ve gök bilimci olduğundan, -kulaktan dolma da olsa- haberdar olan bir kişi bile çıkmayacaktır. Ama, gerçekte Hayyam aslında kimdi? Çağdaş bilimin, yaşamı hakkında hâlâ oldukça az bir bilgiye sahip olduğu, Hayyam’ın birçok bilimsel çalışmasının günümüze ulaşmadığı, bazı dörtlüklerin ona ait olup olmadığının şüpheli olduğu düşünülecek olursa, bu hayli zor bir sorudur. Ömer Hayyam’ın kişiliği de hararetli tartışmalara konu olmuştur, kimi araştırmacılar onu yalnızca bir hedonist olarak görürken, kimileri yalnızca bir septik olarak; kimileri de yalnızca Sufi olarak görür. Ünlü Rus doğu bilimleri uzmanı Profesör Valentin Alekseyeviç Jukovski 1897 yılında Hayyam hakkındaki çalışmasında Hayyam’ın o zamana kadar literatürde geçen birbirine zıt tüm özelliklerinin şöyle bir sıralamasını yapmıştır: “O inançları tahrip eden özgür düşünceli biri; ateist ve materyalist; tasavvufla dalga geçen bir panteist[4]; inançlı bir Müslüman, tam bir filozof, keskin bir gözlemci, bilim insanı; kadın peşinde koşan bir zampara, yalancı sofu ve bir münafıktır. O sadece bir kâfir değil, aynı zamanda pozitif dinin ve her türlü ahlak inancının inkârının vücut bulmuş hâlidir; kendini yaşamın zevklerinden ziyade ilahi meselelere, kendi iç dünyasına adamış yumuşak huylu bir karakterdir; O septik-epikürcüdür, o İranlı Ebû’l A’la’dır, Voltaire’dir, Heine’dir...” “Peki ama gerçekte,” diye devam eder Jukovski, “şayet manevi bir ucube değilse, içinde bu kadar çeşitli inancın ve tezat eğilimin, soylu kahramanlıkların ve aşağılık tutkuların, ızdırap verici şüphe ve tereddütlerin barındığı bir insan tahayyül edilebilir mi?” Hayyam derin felsefi tezlerin yazarı olarak bilinir, fizik, tarih, politika ve müzikle meşgul olmuştur, çağdaşları onun matematiğe olan yeteneğine hayran kalmışlardır, sekiz yüz yılı aşkın bir süre önce icat ettiği astronomik takvim bugün kullandığımızdan çok daha kusursuzdur. Ama, çok şaşırtıcıdır ki, günümüz insanının büyük bir çoğunluğunun onun şairliği dışındaki niteliklerinden haberi dahi yok. İnsanların zihninde Hayyam, her şeyden önce dâhi bir şairdir. Şiirleri dünya halklarının birçoğunun dilinde yayımlanmış olan Hayyam’ın ismi “Rubailer”i[5] sayesinde tüm ülkelerde ve kıtalarda bilinmektedir. Onun şiirsel mirası edebiyatta hâlâ varlığını sürdüren bir akıma, önemli bir ekole hayat vermiştir. Hayyam’ın dörtlüklerinin sırrı nedir? Sekiz yüz yıl eskiye dayanan şiirleri bir dokunuşla modern insanı nasıl heyecanlandırabiliyor? İşin aslı şu ki, “eski” ifadesi Hayyam’ın dörtlükleri için kullanılamaz. Âdeta zamanın huzur ve sonsuzluğunun ana hatlarına ve yapısına işlemişçesine, gelip geçici olmaktan uzaktırlar. Ama aynı zamanda Hayyam’ı okurken, şiirlerindeki düşünceleri mi takip etmek gerekir, yoksa sadece canlı ve rengârenk oluşuyla, melodik ahengiyle dörtlüklerinin zarafetinin tadını mı çıkarmak gerekir çoğu zaman bilemezsin. Hayyam’ın rubailerinin, modern okuyucuyu kendine çeken özelliği nedir? Kısa oluşu mu? Sadeliği mi? Yoksa, barındırdığı felsefi düşünceyi özlü bir şekilde ifade edişi mi? Bırakalım, okur bu sorulara kendi cevap versin. Şiirlerin müziğini nesir diliyle aktarmak gerçekten de nankör bir iştir. Aşina olduğumuz bu köhnemiş gerçeklikte derin bir bilgelik vardır: Hepimizin de şiiri algılayışı birbirinden farklıdır. Her yaşımızda Hayyam’da yeni boyutlar, yeni katmanlar keşfediyor oluşumuz da bu yüzden değil midir zaten? Ömer Hayyam, Avrupalı okur tarafından da nispeten yakın zamanlarda bilinmeye başlanmıştır. Hayyam’ın, içinde yazar hakkında küçük önsözü de olan ilk çalışmalarından biri, Alman matematikçi Franz Woepcke tarafından 1851 yılında Paris’te, “Ömer Hayyam’ın Cebiri” ismiyle yayımlandı. Kitap, cebirsel tezin Arapça metnini ve Fransızcaya çevirisini içeriyordu. Ancak bu eser geniş halk kitleleri tarafından neredeyse fark edilmedi bile. Hayyam’ın yeniden doğuşunun ve muzaffer yürüyüşünün ilkin Avrupa’ya, sonra tüm dünyaya yayılması 1859 yılına denk gelir; tam olarak bu tarihte İngiltere’de Edward FitzGerald’ın özgün çevirisiyle “Ömer Hayyam’ın Rubaileri” adlı şiir kitabı yayımlanmıştır. Hayyam’ın şiirleri o kadar hızlı popüler olmuş ve kabul görmüştür ki, aradan geçen bir kaç ay içerisinde ender bulunur bir şaheser hâline gelmiştir. Genç âşıklar tutkulu mektuplarında Hayyam’ın rubailerine yer veriyorlardı. Günlük yaşamdaki hayal kırıklıklarını Hayyam’ın şiirleriyle ifade etmek âdeta bir moda hâlini almıştı. Hayyam’ın şiirlerinin okunduğu halk okumaları düzenleniyordu. Tercüme edilmiş eser tek kelimeyle okur kitlesinin zevkine hitap ediyordu. Yaklaşık yüz dörtlüğün her birinde de sanatsal bir biçimde ifade edilen mükemmel bir düşünce barınıyordu. Victoria Dönemi’nin mesafeli, kibirli ve ağdalı üslubuna karşın beklenmedik bir şeydi bu, beklenmedik oluşuyla da birdenbire çekicilik kazanmıştı. Nitekim sanatsal yöntemler ve şiir yazma prensipleri o dönemde oldukça farklıydı. 26 yıl sonra İngiliz şair A. Tennyson, FitzGerald’ın tercümesini “Hayyam gezegenini yeryüzüne ulaştıran Güneş’e benzer bir gezegen” olarak tanımlamıştır. FitzGerald, şiirleri, Hayyam’ın kişiliğine ve yaşam yoluna dair kendi özgür düşüncesine uygun olarak bir kitapta derlemiştir. İngiliz şair ve çevirmen: “Neden Hayyam’ın gençliğinde kadın ve eğlence düşkünü bir insan olarak zevkin, şarabın ve yaşama sevincinin şairi olduğunu; olgunluğunda ise yaşamda hayal kırıklıklarına uğramış bir bilge olduğunu ve nihayet ömrünün son demlerinde Allah’a duyulan mistik aşkın vaizi olduğunu varsaymayalım?” diye düşünüyordu. Derlemesindeki rubailer özellikle bu düzene göre sıralanmıştı. Bu mantık, Ömer Hayyam’ın dörtlüklerinin hayranlarının ruh hâline tamamen uygun düşüyordu. FitzGerald’ın çevirisi XIX. yüzyılın sonuna kadar 25 baskı yapmıştır. Geçmiş yüzyılın yayıncılık yaşamı için benzersiz bir olaydır bu! Kuşkusuz, kitabın başarısında en büyük rolü İngiliz şair oynamıştır. Hayyam’ın eserlerinin, sonrasında aralarında tanınmış şairlerin de bulunduğu pek çok edebiyatçı tarafından çevrileceğini öngörebiliriz. Ancak FitzGerald’dan önce Hammer-Purgstall’ın yayımlanmış 25 dörtlüğü Almancaya, Garcin de Tassy’nin ve başkalarının da Fransızcaya çevirmeye çalıştıklarına dikkat çekmek isterim. Ama onları pek fark eden olmamıştır. Bilhassa FitzGerald’ın tüm dünyanın bu muhteşem kişiliği tanımasına öncülük ettiğini tekrar etmekte yarar var. Ancak Orta Çağ İranı’nın ve Orta Asya’nın bir dizi önemli kişiliğinin arasında Hayyam’ın isminin de daha öncesinde bilindiğini söylemek gerekir. Avrupa, Hayyam’ı XVII. yüzyılda artık biliyordu. Thomas Hyde 1700 yılında yayımlanmış olan “Persler’in Antik Dinlerinin Tarihi” adlı eserinde ondan ve onun şairliğinden bahsetmiştir. Hayyam bir matematikçi olarak, J. Meerman’ın türev hesabı (matematiksel analizi) üzerine yazdığı kitabının önsözünde Hayyam’ın cebirsel tezinden bahsettiği 1742 yılında tanınmıştır. Şair Hayyam ile matematikçi Hayyam’ın, Rusya’da uzun bir süre sanki iki farklı insanmış gibi algılanmış olması epey ilginçtir. Belki de bu karışıklık şu geçerli nedenden kaynaklanmıştır: Hayyam’ın yaşadığı çağda bilim adamları eserlerini Arapça olarak kaleme alıyorlardı. Neredeyse tüm çalışmalarını bu dilde yazmış olan Hayyam da onlardan farklı davranmamıştır. Rubailerini geniş halk kitlelerine yönelik yazmıyordu, kendisi için yazıyordu ve elbette ki ilham geldiği anlarda duygularını kendi ana dilinde kâğıda döküyordu. Sonrasında da yine şairin Farsça konuşan yakın arkadaşları arasında yayıldılar. Dolayısıyla, Arapça (bilim insanlarının dili) yazılan kitaplarda ondan sadece matematikçiymiş gibi bahsedilmiştir. İran kaynakları ise onun şairlik yönünden bahseder. …Böylece Hayyam, FitzGerald sayesinde Avrupalı okur tarafından keşfedilmiş oldu. Ve Firdevsî gibi, Saadî gibi, Hâfız gibi yıldızlar arasında yerini aldı... Sonrasında Avrupa ve Kuzey Amerika’da tanınırlığı önemli ölçüde arttı. Beraberinde de doğal olarak Hayyam’ın yaşamına ve sanatına yönelik bir araştırma merakı peyda olmuş, hemen akabinde de birçok soru ortaya çıkmıştır. Şu ana kadar da bilim insanları ve araştırmacılar tarafından bu sorular çözüme kavuşturulamamıştır. Doğu bilimciler kendi görüşleri çerçevesinde, Hayyam’ın kim olduğunu soruyorlardı. Rubaileri ilk bakışta göründüğü gibi açık ve şeffaf mıydı? Bazı dörtlüklerini ne şekilde yorumlamak gerekirdi? Hayyam’a atfedilen tüm rubailer gerçekte ona mı aitti? Edebi mirasında dillere destan dörtlüklerinin dışında başka edebi sanat türleri yok muydu? İran edebiyatında Hayyamcılık adında hâlen varlığını sürdürmekte olan bir akım baş göstermiştir. Zamanla, Hayyam’ın tarzını ve rubailerini farklı, bazen de zıt yorumlayan karşıt gruplar ortaya çıkmıştır. Örneğin, daha önce kendisinden bahsedilmiş olan V. A. Jukovski, Hayyam rubailerini Sufi ruhuyla yorumlamayı tercih etmiştir. O, Hayyam’ı, sonsuzluğun, aydınlığın ve güzelliğin krallığının peşindeki bir şair, tefekkürün[6] ve Allah’a duyulan aşkın müjdecisi olarak kabul ediyordu. Fransız yayımcısı Nicolas, Hayyam’ı, Jukovski’den çok daha önce aynı şekilde yorumlamıştır. XX. yüzyılın Swámí Govinda Tírtha ve K. Smirnov gibi bazı bilim insanları Jukovski’yle aynı fikri taşıyorlardı. İranlı araştırmacı Muhammed Ali Furûgî’nin yorumuna göre ise Hayyam her şeyden önce dindar bir Müslüman, sonrasında da Sufi’dir; üstelik ahlaki ve felsefi bakış açısı ortodoks İslam anlayışının çerçevesi dışına çıkmayan bir Sufi’dir. Bunun tamamen tersi olan görüşler de vardı. Bu yüzyılın bilim insanlarından A. Arberry, A. Christensen ve F. Rosen, Hayyam’ın sanatına karşı bambaşka bir yaklaşım ortaya koymuşlardı. Kendi argümanları aracılığıyla, şairin eserlerinin bir kaç istisna dışında tasavvuftan uzak olduğunu kanıtlayarak önceki yaklaşımları reddettiler. Ancak onların elinde Hayyam, zaptedilemez bir hedoniste[7], yetenekli bir şarap şarkıcısına dönüşmüştü. Bu arada şarap konusunda hiç de az olmayan zıt görüşler ortaya konulmuştur. Hayyam’da bu sözcüğün sembolik manalarla dolu olduğunu düşünmek için pek çok neden vardır. İkinci görüşü destekleyenler, Sufizm’le[8] uzaktan yakından alakası olmadığını düşündükleri dörtlükler bulmuş; “Demek ki Hayyam şarabı yalnızca somut manada sunuyor.” kanısına varmışlardır. Sovyet bilim adamları A. A. Bolotnikov, S. B. Moroçnik, M. İ. Zand ve diğerleri Hayyam’ın tarzına dair yapılan tek taraflı yorumların darlığına işaret ediyorlardı. Ancak onlardan bazıları şairin sanatına yönelik önyargılı tutumları eleştirirken, kendileri de can sıkıcı bir basitleştirmeye ve yapaylığa başvurma hatasına düşmüşlerdir. Mesela, S. B. Moroçnik’e göre Hayyam; bilinçli bir ateist, materyalist ve isyankârdır. Böyle bir yaklaşım da elbette ki doğru değildir. Savını kanıtlamaya çalışırken öznel bir tutum sergilemek hiç de bilimsel bir yaklaşım değildir. Ömer Hayyam’ın rubailerindeki kadercilik ve kuşkuculuk motiflerini reddetmek, onu çarpıtarak anlatmak manasına gelir. Hayyam’ın dörtlüklerinde epeyce çelişki olduğunu belirten M. N. Osmanov bir noktaya kadar haklıdır. Ne var ki her şeyden önce bu çelişkiler, “onun dörtlüklerinin araştırmacılarca farklı yorumlanması” olarak izah edilir. Biyografi yazarları ve araştırmacılar, Hayyam gibi seçkin bir kişilik üzerine inceleme yapma sürecinde çok önemli bir sorunla karşılaşmışlardır: Ona atfedilen şiirlerin gerçekte ona ait olup olmadığı nasıl kanıtlanabilir? İşte bu yüzden mesele ciddidir. Eski el yazmalarının hiçbiri 300-400 dörtlüğü geçmezken, Hayyam’a atfedilen rubailerin sayısının beş bin civarında olduğu hesaplanmıştır. Gerçekten Hayyam’a ait olan dörtlüklerin hatasız bir şekilde belirlenebilmesi için gerekli olan en açık ve net kriterler nelerdi? Hayyam’ın rubailerinin hâlâ varlığını sürdürmekte olan el yazmaları yok mu? Bu sorular araştırmacılarda rahat, huzur bırakmıyordu. Birinci sorunun etrafında tartışmalar bir alevlenip bir sönerken, ikincisi etrafındaki durum zaman zaman mutlak bir sessizlikle kendini gösteriyordu. O ya da bu tezi ileri süren her yeni çalışma, bir takım yeni tartışma dalgasını da beraberinde getiriyordu. Bilim insanları, kâh Hayyam’a, kâh başka tanınmış şairlere atfedilen ya da anonim olarak kabul edilen “gezgin dörtlüklerin” (bu terim ilk defa Jukovski tarafından kullanılmıştır) yazarlarını tespit etmek için çeşitli bilimsel yöntemlere başvurarak zekice tahminlerde bulunmaktan öteye gidemediler tabii. Araştırmalar da böylece uzun yıllar boyu devam etti. Hayyam’ın dörtlüklerinin edebi çevirisiyle rubailerinin metinlerinin bilimsel baskısı aynı anda yayımlanmaya başlamıştır. En iyilerinden biri, F. Nicolas’ın 1867 tarihli Paris baskısıdır. Ne var ki V. Jukovski otuz yıl sonra çıkan “Ömer Hayyam ve Gezgin Dörtlükleri” eserinde, Nicolas’ın Paris baskısındaki 464 rubaiden 82’sinin Hayyam’dan sonra yaşayan otuz dokuz şaire atfedildiğine işaret eder. İşte bu rubaileri Jukovski “gezgin” olarak adlandırmıştır. Sonrasında, İngiliz Denison Ross ile İran sanatı, edebiyatı, kültürü ve tarihi uzmanı Danimarkalı Arthur Christensen’in 108 “gezgin” dörtlük bulduklarını belirttikleri çalışmaları yayımlanmıştır. Jukovski, sadece Hayyam’a ait olduğu düşünülen en eski tarihî eserler olan rubaileri orijinal kabul etmeyi önermiştir. XIII–XIV. yüzyıl yazarlarının eserlerinde bulduğu rubailerden sadece altı tanesini bunların arasında saymıştır. 1904 yılında Christensen, Hayyam’ın şiirsel mirasına yönelik kendi yeni bakış açısını açıkça belirtmiştir. İran şiir geleneğinde farklı türde şiirler de olsa metinde yazarın ismini belirtme âdeti olduğunu ifade etmiştir. Bu yüzden de Hayyam’ın adının geçtiği dörtlükleri aramak gerektiğini düşünmüştür. Ancak kendisi bile bu şekilde sadece on iki dörtlük bulabilmiştir. Bu seçme yöntemi çok sayıdaki Hayyam şiiri hayranını tatmin etmemişti. Hem mantık da böylesi dar bir yaklaşımı kabul etmezdi. Gelenek olmasına gelenekti, ama bu gelenekler de öyle katı kurallarla dayatılmazdı, üstelik rubailer konusunda tüm İranlı şairler bu kurallara uygun olarak hareket etmezlerdi her zaman. Bu yüzden de Christensen’in fikri kısa bir süre içinde çoğu destekçisini kaybetmiştir. Hayyamcılıkta aradan yirmi yıl geçtikten sonra yeni bir adım atıldı. 1925 yılında Berlin’de Alman Doğu bilimcisi F. Rosen, 329 dörtlükten oluşan bir el yazmasını yayımladı. Yazar, Jukovski tarafından geliştirilen “metnin özgünlüğünü tespit etme” yöntemine eleştirel bir bakış açısıyla yaklaşmıştı. Jukovski, istisnasız her “gezgin” dörtlüğün Hayyam’a ait olduğunu düşünmemek gerektiğini söylemiştir. Rosen ise haklı olarak, yazarların eserlerinin karşılıklı olarak birbirlerine atfedilmiş olabileceğine dikkat çekmiştir. Yani nasıl başkasının dörtlükleri Ömer Hayyam’a atfedildiyse, Hayyam’ın eserleri de muhtemelen başkasına atfedilmiştir. Mesela Jukovski’nin, iki rubaiyi 1626 yılında ölen Talib Amuli’ye atfederken yanlışlık yapmış olduğunu gözler önüne sermiştir. Oxford Üniversitesi Bodleian Kütüphanesi’nde muhafaza edilen 1460 yılına ait el yazmaları arasında Hayyam’ın bu dörtlükleri mevcuttur; yani Amuli’nin ölümünden en az 150 yıl öncesinde yazılmışlardır. Tüm “gezgin” dörtlüklerin Hayyam’a ait olmadığını varsaymanın da yanlış olduğunu ve ayırt edici özellikleri saptamaya çalışırken eski el yazmalarının metinlerinin göz önünde bulundurulması gerektiğini göstermesi bakımından F. Rosen’in katkısı önemlidir. O, Hayyam’ın adıyla anılan altı rubainin (Christensen’in belirlediği) ve eski tarihî yazılarda yine Hayyam’a atfedilen altı rubainin de orijinal sayılmasını önermiştir. Titiz bir ayıklamanın ardından bu dörtlüklere 1341 yılına ait “Mu’nis el-Ahrar” adlı el yazmasından on üç dörtlük daha eklemiştir. Ancak aralarında iki tanesinin tekrarları da olduğundan, aslında on bir tane dörtlük eklenmiştir. F. Rosen’e göre, İranlı büyük şairin sanatsal mirasını araştırmaya girişebilmek için bu yirmi üç rubai mihenk taşı değerindedir. Ne var ki, bu yöntemin şüphe götürmez avantajlarına rağmen; düşünceyi ve üslubu belirlerken, tüm araştırmacılar için uygun olan belirli bir objektif ölçü bulunmadığından onu sadece temkinli bir şekilde kabul etmek mümkündür. Araştırmalar dur durak bilmiyordu. Yeni yeni fikirler ortaya çıkmaya başlamıştı. A. Christensen, kendi çalışmasının ilk baskısından yirmi üç yıl sonra tekrar Ömer Hayyam’ın gerçek şiir mirasının saptanması meselesine döndü. Danimarkalı bilim adamı bu sefer araştırmasının temeline ünlü el yazmalarından en eski on altısının karşılaştırmasını koydu: Oxford Üniversitesi (Bodleian Kütüphanesi), Britanya Müzesi, Milli kütüphane (Paris), Berlin Kütüphanesi, bir de Kalküta Üniversitesi ve F. Rosen’in iki baskısının karşılaştırmasını. Sonuçlar bu sefer daha iyimserdi. Araştırmacı, en eski, en güvenilir birkaç kaynakta geçen rubaileri orijinal olarak nitelendirdi. Sonuç olarak bilim adamı 121 rubai elde etti. Doğu bilimciler, Christensen’in bu seferki bilimsel yöntemini daha dikkate değer buldular. Macar doğu bilimci Bertalan Csillik, yüzyılımızın otuzlu yıllarında Paris’teki Milli Kütüphane’de bulunan el yazmalarını açıklamaya ayrılmış bir dizi çalışma yayımlamıştır. Orta Çağ yazarlarına ait edebi ve sanatsal eserlerin derlemesini bulmayı başarmıştır. Antoloji 1448 yılına aittir. Burada Csillik, Hayyam’a ait 56 rubai bulmuş, ancak metnin analizi için belli bir yöntem sunmamıştır. 1936-1937 yıllarında Alman doğu bilimci Christian Rempis, Ömer Hayyam’ın şiirsel mirası meselesi üzerine yeni bir araştırma yayımladı. Hayyam’a atfedilen tüm dörtlükleri kaynaklarda ve el yazmalarında bahsedildikleri zamana göre gruplandırdı. İlk grupta 1122 ile 1220 yılları arasındaki rubailer, ikinci grupta 1221’den 1315’e kadar olanlar, üçüncüde 1316-1410 yılları arasında olanlar, dördüncü grupta 1411-1505 yılları arasındakiler, beşinci grupta ise 1506-1600 yılları arasında olan rubailer yer aldı. Her grup için bir puan sistemi geliştirdi. Hangi rubailer Hayyam’ın yaşadığı ve şiirlerini yazdığı döneme daha uzaksa onlara daha az puan veriliyordu. Rempis, bu şekilde 255 rubai seçti, ama sonrasında ruh olarak yakın bulduğu 47 rubaiyi daha onlara eklemeyi uygun gördü. Hindu dilbilimci ve doğu bilimci Swámí Govinda Tírtha, Rempis’in teorisinin sağlamlığını denemeye karar verip, Hayyam’a atfedilen tüm rubaileri aynı teste tabi tuttu ve sonuç olarak, Rempis tarafından seçilen 302 rubaiye en az 402 tane daha eklemek gerektiğini tespit etti. 1941 yılında Tírtha, bilim insanlarının araştırmalarının özeti niteliğini taşıyan –Hayyamcılık tarihinin en iyilerden biri olan- çalışmasını yayımladı. Çalışmasında, bulundukları kaynakları detaylı bir şekilde belirterek binden fazla rubaiyi ele aldı. Bir yıl sonra Hayyam’ın kendi memleketinde ünlü İranlı bilim insanı Muhammed Ali Furûgî’nin, Hayyam’ın dörtlüklerini içeren çalışması yayımlanmıştır. Onun, Hayyam’ın gerçek rubailerini tespit etmek için izlediği yöntem, B. Jukovski ve F. Rosen’in kullandığı yöntemden farklıdır. Furûgî, sadece XIV. yüzyıl öncesine ait olan kaynakları, yani 1389 yılında öldüğü düşünülen Hâfız-ı Şirazî’ye kadar olanları ele almıştır. Yüzlerce dörtlüğü karşılaştırma yoluyla kontrol edip inceledikten sonra 66 tane rubai seçmiştir. 83 yıl yaşamış olan Hayyam, ardında topu topu altmış küsur rubai bırakmış olabilir miydi? Furûgî, seçtiği bu 66 rubaiye ruh ve tarz olarak benzeyen 112 rubai daha ekledi ve 178 dörtlükten oluşan bir derleme hazırladı. Ancak, her ne kadar seçtiği ilk 66 rubainin gerçekten Hayyam’a ait olduğunun kabul edilmesi mümkün olsa da, sonradan eklediği dörtlüklerin orijinal olduğu şüpheliydi. İşin aslı şu ki Furûgî, seçimini yaparken kendi edebi zevkine ve sezgilerine göre hareket etmiştir. Bu durumun, değerlendirmelerinde öznelliğe yol açması kaçınılmazdır. Bununla birlikte, uzmanlar bu araştırma yöntemini de yabana atmamak gerektiğini savunuyorlar. İşin aslı İran’da yazar ve edebiyatçılara yetiştirilirlerken, diğer pek çok doğu ülkesinde de olduğu gibi, daha çocuk yaşta pek çok şiir ezberletilirdi. Eğitimli bir şair veya dilbilimcinin 25 binin üzerinde beyiti ezbere bildiği bile olurdu. Böyle bir bilgi birikimi, bir metnin yazarını tespit edebilmek için sezgisel, ama bazen gerçekten de doğru hükümlere varma imkanı verir. Ancak, bu yöntemle alınan sonuçların güvenilirliğinin tereddütsüz kabul edilemeyeceği de anlaşılır bir durumdur. Son zamanlarda, Hayyam’ın metinlerinin orijinalliğini saptamaya mani olan ciddi bir engelin varlığına dair görüşler ortaya atılmıştır. Biraz kötümser olan bu iddia şu olgulara dayanır: Çağdaş edebiyat biliminin yardımcı disiplinlerinden tekstoloji, bir metnin yazarını tespit etmeye çalışırken karşılaştırma ve istatistik yöntemlerini kullanır. Bu amaçla karşılaştırmalı metinlerden özel sözcük listeleri, kelime sıklığı[9] sözlükleri oluşturulur; metinlerin içeriğindeki anahtar sözcüklerin, sözcük grubu ve mecazların oranları tespit edilir. Ancak tüm bunlar, hem orijinal metnin, hem şüphe uyandıran metnin yeterli uzunlukta olması hâlinde mümkündür. Dörtlükler istatistiksel hesaplamalar ve karşılaştırmalar yapabilmek için çok kısa olduğundan Hayyam’a atfedilen rubailerin yazarını tespit ederken bu yöntem kullanılamaz. Yoksa gerçekte Hayyam bir tane bile rubai yazmamış mıydı? Sonuçta kendi eliyle yazmış olduğu bir dörtlüğe rastlanamamıştır. Mesnetsiz bir sorudur bu, zira Hayyam’ın “koruyuculuğunu yapan” çok sayıda eski kaynağın varlığı bu konudaki tüm şüpheleri ortadan kaldırmaya yeter. Şairin rubailerini not etmemiş ve sınıflandırmamış olması başka bir meseledir belki de. Bu bağlamda, ünlü Sovyet doğu bilimci, SSCB Bilimler Akademisi muhabir üyesi Y. E. Bertels’in şu düşüncelerine yer vermek istiyorum: “Dikkatli okurun (Hayyam okuru[10]), rubailerin önemli bir bölümünün aynı konuyu ele aldığını fark etmemesi mümkün değildir. Birbirine içerik olarak çok yakın olan, sadece küçük detaylarla farklılık gösteren dörtlüklerden bir “demet” buluruz onda âdeta. Tek bir varsayım Hayyam’ın dörtlüklerinin bu özelliğini gözler önüne serer. Tüm çalışmalarını ne denli zor şartlarda yaptığı malum. En “mülayim” tarihçilerin bile onun şiirlerini “şeriatı[11] sokan zehirli yılanlar” olarak tanımladığını göz önünde bulunduracak olursak, şairin fanatik din adamları tarafından ne kadar büyük bir tehlikeye maruz kaldığını tahmin edebiliriz. Bu durumda Hayyam, şiirlerini derleyip insanlara duyurmayı elbette düşünememiştir... Belki de dörtlüklerini kâğıt parçalarına yazıyor, kendisiyle aynı fikirleri taşıyan bilim insanlarından oluşan küçük bir grup onda toplandığında şarap kadehleri eşliğinde son yazdığı eserleri okuyordu onlara. Hayyam’ın bu beş arkadaşının da evlerine döndüklerinde duydukları şiirleri bazı sözcüklerini değiştirerek ve aslından biraz farklı olarak not ettiklerini farz edelim. Sonra derleme esnasında her biri birbirinden farklı dörtlükler kabul edilmiş olan en az altı dörtlük ortaya çıkmıştır belki de böylece. El yazmalarının kâğıda çekilmeleri sırasında seçeneklerin sayısı daha da artmıştır tabii.” Yapılan onca araştırmanın hiçbir anlamı yok mu yani bu durumda? Skolastik bir yaklaşım benimsemek, bilim insanları için tehdit oluşturmuyor mu? Bulunan yeni şeyler, tartışma götürmez araştırma yöntemleri kaldırabilir bu sır perdesini ancak. Kimi bilim insanları dörtlüklerin kime ait olduğu konusunda tartışırken, kimileri de şöyle ilginç bir paradoks üzerine kafa yormaktaydılar: Hayyam’ın tüm dünyaca bilinen ve sevilen dörtlükleri, kendi yaşadığı dönemde, kendi vatanında o kadar da popüler değildi. Diğer yazarlar arasında Hayyam’a öncelik verilmiyordu, İran’ın ve Orta Asya’nın Firdevsî gibi, Saadî gibi, Hâfız gibi dev şairlerine denk bile tutulmuyordu. Bunu nasıl açıklamak gerek? Bize göre, bunun şöyle tamamen doğal bir açıklaması olabilir: Hayyam’ın bir özelliği vardı, o da şiirlerini ne yüksek mevki sahibi hâmilerinin kulaklarının pası silinsin diye, ne de para için yazıyor olmasıydı. Belki de o dörtlükler dudaklarından, çok ağır ve sıkıntılı düşünce anlarında, hüzünlü bir ruh hâlinde olduğu dakikalarda ya da tam tersi, dünyanın kendisine mutluluk verici ve aydınlık göründüğü zamanlarda dökülmüştür. Burada “dökülmüştür” sözcüğünün altını çizmek istiyorum. Sonuç olarak özlü, anlaşılır ve bazen hayret verici melodik satırlar meydana gelmiştir. Bu satırlar, okuyucunun karşısına yalın ve dolaysız bir biçimde çıkar. İran’ın kurallı şiiri o dönemde farklıydı. Farsça “maani” denen yeni biçimleri yaratabilen şairler daha çok saygı görüyordu. Ancak Avrupa şiirindeki “biçim” anlayışıyla İran şiirindeki “maani” anlayışı aynı şeyler değildir. Bununla alakalı olarak M. N. Osmanov şöyle söyler: “Avrupa şiirinde, şiirsel anlatım yoluyla değişik araçların kullanılmasına biçim adı verilmektedir. Mesela, bir güzeli güle, güzelin endamını serviye benzetmek mümkündür, burada gül, güzelin simgesi olurken; servi, güzel endamının simgesidir. Bir şairin yarattığı bu simge, tekrar edildiğinde özgünlüğünü kaybeder ve edebi bir klişeye dönüşebilir. İran şiirinde durum tamamen farklıdır: Tüm şairlerin şiirlerinde onlarca kez “gül” ve “servi” ile karşılaşılır, ama yalnızca yeni üslupların ve şiirsel araçların yardımıyla, yeni anlamsal ilişkiler kurarak, gerçek bir simgeye (maaniye) dönüşen temel bir simge görevi görürler. Aynı konuyla ilgili pek çok varyasyonun oluşu, İran şiirinin karakteristik özelliklerinden birini oluşturmaktadır.” Hayyam’ın yüksek sanat anlayışı, genelllikle zıtlıklarla, metnin konusunda beklenmedik dönüşler yaparak kendini göstermektedir. İşte bu yüzden resmî İran edebiyat geleneği uzun bir süre boyunca Hayyam’ı seçkin söz sanatı üstatları arasında göstermeye cesaret edememiştir. Başlıca sebep budur. En az bunun kadar önemli bir diğer sebepse, rubai biçiminin Hayyam’ın sanatının temel biçimi oluşudur. Hayyam dışında hiçbir İranlı şairin sanatında temel biçim olarak rubaiye rastlanmamaktadır. Anlaşılır bir şeydir bu. Yeni sanatsal biçimlerin yaratılması için dört satırlık bir “maani” oldukça azdır. Rubaide, elbette ki, destansı bir giriş olamaz, bu tarz ayrıntılı açıklamalara, psikolojik detaylara yer vermek mümkün değildir. İçinden Hayyam sanatının yükseldiği X-XI. yüzyıllarda, İran lirik şiiri, esas itibariyle iki biçim sayesinde, kaside (methiye) ve gazel (lirik aşk şiirleri) ile yükselmiştir. Rubai biçiminde çoğunlukla lirik veya felsefi şiirler yazılıyordu; gerçi, nadiren de olsa methiye özelliği taşıyan rubailere de rastlanıyordu. Şairlerin özel lirik rubaileri bile belirli bir felsefi karakter taşıdığından bu tür daha çok felsefi şiire yakındı. Bir şairin rubai yazabilmesi için oldukça mahir ve yetenekli olması gerekiyordu. Rubai türünü seçen Hayyam bu türde eşsizdir. Ömer Hayyam’ın dünya şiirindeki ve kültür tarihimizdeki önemi her şeyden önce, epey keskin çizgileri olan bir şiir türünde, içinde derin anlamlar barındıran edebi, dahası entelektüel bir örnek yaratmış olmasından kaynaklanmaktadır. Belki de, bunun için daha fazla sebep vardır: Ömer Hayyam en iyi rubailerinde, imgelerle düşünme biçimini, yüzlerce yıl varlığını sürdürerek XX. yy. insanı için birdenbire bilindik ve gerekli oluveren biçimi yaratmıştır. Okurlarımızın beğenisine sunduğumuz bu kitapta bir bilim adamı, şair ve insan olan Ömer Hayyam hakkında tüm bilinenleri elimizden geldiğince toparlamaya çalıştık. Şairin, kitabımızda örnek olarak gösterdiğimiz dörtlüklerinin seçimini bazı kriterlere göre yaptık. Her şeyden önce, Ömer Hayyam’ın yaşamındaki ya da onun yaşadığı dönemde meydana gelen bazı olaylarla kronolojik olarak bağlantısı olabilecek rubaileri seçtik. İkinci olarak da, onun felsefesiyle, matematik üzerine olan tezleriyle ve diğer nesir çalışmalarıyla ruhen ilişkili olan dörtlüklere bilhassa önem verdik. Son olarak, nihai rubai seçimimizi, dilbilimsel prensibe uygun olarak, yani edebiyatçıların söz konusu dörtlüğün Ömer Hayyam’ın kaleminden çıktığına karşı herhangi bir itirazlarının olmamasına özen göstererek yaptık. Ve son olarak rubaileri, bir şair ve insan olarak Hayyam’ı ancak yaşadığı –hiddetli ve amansız, hain ve duygusallıktan uzak- dönemi algılayarak anlayabilmemizin mümkün olacağı düşüncesinden hareketle seçtik. Her ne kadar bazı araştırmacılar arzu etmişse de, Ömer Hayyam basitleştirilemez, XX. yüzyılın standartlarına indirgenemez. O dönemin şartlarına göre doğup büyüdü; ama elbette bu, yaşadığı dönemin kölesi olduğu anlamına gelmiyor. Hayyam her ne kadar yaşadığı dönemin önüne geçmiş olsa da, XI. ve XII. yüzyılın evladı olarak kalmıştır. Ömer Hayyam... Bu isim daha birçok nesli heyecanlandıracaktır. Hayyam’ın matematik ve astronomi çalışmalarında, felsefi tezlerinde olduğu gibi, rubailerinde de yansıyan dünyası, düşünen her insanın karşılaştığı ve ömürleri boyunca da kendilerince cevap bulmaya çalışacakları soru ve bilmecelerin barındığı bir dünyadır. Bu dört satır öyle bir hacme ulaşır ki, gezegenimizdeki milyonlarca insan Ömer Hayyam’la birlikte düşünerek ve yaşayarak duygu ve düşüncelerinin dehlizlerine iner, kendi özlerini bulurlar. [1] Hedonizm, en üst iyiliğin haz olduğunu ileri süren görüştür. Hedonizmi ilk ortaya atıp savunan, Sokrates’in öğrencilerinden Kireneli Aristippos’tur. Hedone eski Yunancada haz ve zevk anlamına gelir. Hedonizm ise hazcılık demektir. (Çev.) [2] Epikürizm, Yunan filozofu Epikür’ün ahlaklı yaşamın temeline yüce hazları ve bu hazların sağlayacağı mutluluğu koyan, insanların mutluluğu hazda aramaları gerektiğini ileri süren öğretisi. (Çev.) [3] Ortodoks, bütün dinlerde “değişmez düşünce ve inanç” anlamına gelir; dogmalara bağlı, tutucu ve katı kuralcıdır. (Çev.) [4] Panteizm, Tanrı ile evreni bir, aynı ve özdeş kılan anlayıştır. Bu anlayışa göre, Tanrı’nın evrenden ayrı ve bağımsız bir varlığı yoktur. Aksine Tanrı doğada, nesnelerde ve her şeyde vardır. Her şey Tanrı’dır. Tanrı evrenin kendisidir. Bu görüşü benimseyen kişilere panteist denir. (Çev.) [5] Rubai, Ömer Hayyam’ın yazdığı şiirlerin türüne verilen addır ve dörtlük anlamına gelir. Rubaiyat, rubainin çoğuludur, rubailer anlamına gelir. [6] Tefekkür, İslam dininde günahlarını, kâinatı, varlıkları, doğayı, kendini ve Allah’ı düşünmek, O’nun yarattığı varlıklardan, kâinattaki eşsiz mükemmellikteki düzenden ders çıkarmak demektir. [7] Hazcı. (Çev.) [8] Sufizm, insanın akıl yoluyla erişemediği ilahî hakikatleri maneviyatında arama yoludur. Hedef, İnsan-ı Kâmil olmaktır. (Çev.) [9] Kelime sıklığı, bir dilde kullanılan kelimelerin birbirlerine oranla kullanım sıklığını ortaya koyan çalışmalardır. (Çev.) [10] Parantez içindeki not kitabımızın yazarlarına aittir. [11] Şeriat, Kur’an’ın ayetlerine, Hazreti Muhammed’in sözlerine ve yaptıklarına, bunlardan çıkarılmış yorumlara dayanan, insanın yaşamını, toplumsal yaşamı düzenleyici dinsel kurallar bütünü, İslam hukuku. | ||||||||||||||||||||||