| ||||||||||||||||||||||
| ||||||||||||||||||||||
Detaylar | ||||||||||||||||||||||
Siz Onları Hiç Böyle Tanımadınız…
Bedeninle ya da düşünde, bir kez yola çıkmayagör! Dönüşün yoktur artık. Ve sana göre “gerçektir” yaşadıkların…
Jules, ailenin tek çocuğu değildi; ondan sadece on altı ay küçük kardeşi Paul, onun en iyi dostu, oyun arkadaşı ve sırdaşıydı. Onun arkasından Mathilde, Anna ve hem “lâhana”, hem “puf böreği”, hem de “tombul fiyonk” olarak çevrilebilecek “Le Chou” lâkaplı Marie adlarında üç de kız kardeşi geliyordu. Jules’ün kardeşlerinden başka, beraber büyüdükleri kuzenleri de vardı. Jules ile Paul’ün yaşıtı olan Caroline ve Marie Tronson, onların devamlı oyun arkadaşlarıydı. Prudent Allotte dayı, Madam Sophie Henriette’in ablasının kocası Chateaubourg ve Madam Sambain ise büyüklerin eğlenceli dünyasındandı. Çıktığı uzak deniz seferinden sonra kendisinden haber alınamayan bir kaptanın karısı olan Madam Sambain, küçük Jules’in ilk öğretmeniydi. Verne kardeşlere harfleri öğretir, defterlerine yaptıkları çizgileri, daireleri düzeltir, gezgin Simbad’ın ve talihsiz Robinson Crusoe’nun olağanüstü maceralarını yüksek sesle okurdu. Bayan Sambain, ölümüne inanmadığı ve onu aramaya çıkmak üzere yeterince para biriktirmeyi hayal ettiği, kaybolan kocasından da söz ederdi. Aradan otuz sene geçtiği halde kocasından hiçbir haber alamayan kadıncağız, kocasının öldüğüne bir türlü inanmak istemiyordu. Acaba kaptan, Bin Bir Gece masalındaki gemici Simbad gibi denizlerde başıboş dolaşıp duruyor muydu? Yoksa kazaya uğrayıp bir adaya mı sığınmıştı? Belki de bir gün, tıpkı Robinson Crusoe gibi, yanında bir vahşiyle ve bir papağanla çıkıp geliverecekti. Madam Sambain, aradan bu kadar uzun yıllar geçmesine rağmen hiç azalmayan ümitlerini öğrencilerine anlatır dururdu… Bir tek arzusu vardı: Yeteri kadar para kazanıp kayıp kocasını aramak üzere deniz yolculuğuna çıkmak. … Çocukluğunda Jules Verne’in etrafını kuşatan ve onun kişiliğini şekillendiren dünya böyleydi. Peki, çocuğun kendisi hakkında ne söylenebilir? Yazarın çocukluk dönemine ilişkin günümüze ulaşan bilgilerin sayısı oldukça azdır, üstelik büyük ölçüde efsanevi bir karakter taşır. Kardeşi Paul ile birlikte, Loire’ın akıntısı alıp götürünceye kadar peşinden koşmak üzere ağaç kabukları ve bezden küçücük gemiler yapıyor muydu acaba? Elbette. İçlerinden sadece birisi Jules Verne olabildiyse de, Nantes çocuklarının hepsi şüphesiz böyle yapıyorlardı… Taş bir korkuluğun üzerine oturup ayaklarını sallayarak balık tutuyor muydu acaba? Olabilir... Örneğin sonradan büyük bir denizci olan Nanteslı çocuk Jacques Kasar hakkında veya işlediği suçlardan dolayı şehrin yakınlarındaki şatosunun civarında kızgın yağda haşlanan Mavi Sakal Jules de Labval hakkında sakallı balıkçıların anlattığı eski Nantes efsanelerini gözlerini kocaman açarak dinlemek için acaba evden yok olup onların arasına karışıyor muydu? Bunda olmayacak bir şey yok, ama böyle olup olmadığını da bilmiyoruz. Bu ayrıntıları biyografi üslûbunun edebi geleneklerine ve ünlü yazarın yaşamöyküsünü yazan hayranlarının vicdanına bırakalım. Bu döneme ait belgesel verilere bakıldığında, yalnızca suçiçeği, kızamık ve “saman nezlesi” tespiti yapılabilir. Bununla birlikte, küçük Jules’ün biraz kendine özgü bir hayalperest olduğuna tanıklık eden küçük ama önemli bir ayrıntıdan söz etmeye değer: Esprileri ve neşeli aldatmacaları seviyordu. Bu yüzden, o yıllarda en çok sevdiği kitabın “Baron Munchausen” olması bir rastlantı değildi. Loire’ın Sağ Kıyısında Her sene haziran ayı gelince Verne ailesi, Nantes şehrinin civarında bulunan Chantenay’daki yazlıklarına taşınırdı. Orada yemyeşil çayırlar, verimli tarlalar, bir kayın ormanı, Loire nehri kıyısında yaşlı bir meşe ağacı ve bir Fransız köyünün huzur veren sessizliği vardı. Burada her şey sonsuza dek değişmeyecekmiş gibi görünürdü. Sadece bu idil tablosunu çerçeveleyen Loire nehrinin kendine özgü bir yaşamı var gibi gelirdi. De la Fosse rıhtımından ayrılarak açık denizlere yönelen okyanus yelkenlileri sessiz hayaletler gibi nehirden aşağıya yüzerlerdi. Bu karışık seyir güzergâhında gemiyi “Tanrıdan sonra gemisinin tek hâkimi” olan kaptanın genellikle kendisi yönetirdi. Kendisinde köy hayatının bütün çekiciliklerini toplayan Chantenay, Bay Verne’in Jean-Bart rıhtımını her gün ziyaret edebileceği kadar yakındı. O günlerin sansasyonel buluşu büyük omnibus, Nantes ile Saint Nazaire arasındaki düzenli seferlerine henüz başlamıştı. Bay Verne, başında uzun siyah şapkası, yanından hiç ayırmadığı siyah şemsiyesi olduğu halde ailesiyle resmi bir şekilde vedalaşır, “Beyaz Kız” gibi romantik bir isim taşıyan faytonun gıcırdayan koltuğuna otururdu. Beyaz üniformalı fayton görevlisi, Bay Verne’e biletini uzatır, yine beyaz üniformalı arabacı kamçısını şaklatır, dört beyaz Perş atının koşulu olduğu büyük araba tıngırdayarak saatte bir fersah hızla vakarlı bir şekilde yeniden yola koyulurdu. Jules ile Paul, 1838 yılında, “Saint Donatien” okuluna başladılar. Coğrafya ve okuma dersleri, şimdiye kadar sadece masallardan bildikleri o büyük dünyayı önlerine serdi. Seyahatler ve uzak ülkeler, çocukların hayalinde yer etmeye başladı. Bunda şaşılacak bir şey yoktu, çünkü küçük istisnalar dışında, Nanteslı bütün erkek çocuklar için durum böyleydi. Bundan sonra yeniden varsayımlar başlıyor. Jules’ün sayfa boşluklarına “kaba haritalar” çizdiği kitapları var mıydı acaba? Defterlerine, “uçan veya deniz altında giden aygıtların şemalarını” çizer miydi? “Dev bir fil görünümündeki fantastik buharlı omnibus projesini” acaba bu yıllarda mı yaratmaya başlamıştı, bu şüpheli. Ama durum ne olursa olsun, Jules derslerdeki başarısıyla değil, ayaklarına sırık takarak koşmasıyla dikkat çekiyordu. Öğretmenlerine göre o, “okul bahçesinin teneffüslerdeki gerçek kralı”ydı. Genç Jules’ün yaratıcı girişimciliği, ilk olarak okulda gelişmeye başladı. Biyografi yazarlarına bakılırsa, yeşil dere kenarlarında yapılan okul pikniklerinde hazine aramaya kalkışır, denizaşırı ülkelere araştırma gezileri düzenlerdi. İşte o zaman, ağaçlar gemi direğine, kaya parçalarıysa dörtnala giden atların çektiği kupa arabalarına dönüşürdü. Chantenay’da Jules, kardeşi Paul ile birlikte, araştırmalarını yaptığı çevreyi genişletti. Kertenkele yakaladıkları eski, terk edilmiş taş ocaklarıyla yetinmeyen Jules, en çok sevdiği kitap kahramanlarının kutbu veya Kuzeybatı geçidini keşfettikleri gibi, müşterileri genellikle denizcilerden oluşan, “Üç Bela Getiren İnsan” tabelalı bir yol üstü aşhanesi keşfetti. Aşhanenin sahibi emekli denizci Jean-Marie Cabidoulin, efsanevi deniz yılanını kendi gözleriyle gördüğü için civarda ün salmıştı, en azından gördüğünü iddia ediyordu. Konuşmalarıyla oralı balıkçıları bıktıran bu yaşlı adam, Bretonyalılara has bir ciddiyetle ve inandırıcı bir şekilde abartarak anlattığı hikâyeleri çocukların büyük bir merakla ve nefeslerini tutarak dinlediğini ve yüzlerinde memnuniyet okunduğunu görüyordu. Bay Verne, Saint Nazaire’e yolunun orta kısmında bulunan Erdre’ye yaptığı iş gezilerinden birine oğlu Jules’ü de götürdü. Baba oğul dönüşte yeni Fransız Donanması’nın gemileri için ilk buharlı makineleri üreten Erdre yakınlarındaki fabrikaya uğradılar. Dev şahmerdanlar, demir külçeleri gürültü ve uğultuyla levhalara ve kirişlere dönüştürüyorlardı. Daracık atölyelerdeki dev mekanik tezgâhlar, esir düşmüş canavarlar gibi homurdanıp duruyorlardı. Jules, tuhaf ve biçimsiz parçaların deneyimli ustaların elinde, Fransız donanmasında ilk kez yer alan buharlı firkateynlerin ve muhbirlerin karmaşık mekanizmalarına nasıl dönüştüğünü hayranlıkla izliyordu. Sokaklara döşenen çelik raylarda Jules’ün hayatında ilk kez gördüğü parlak, gıcır gıcır lokomotifler yavaşça ilerliyorlardı. Havaya yükselen duman ve buhar bulutlarıyla ahenkli makine homurtularının oluşturduğu bu fantastik dünya, eski Nantes’tan, çayırların ve koruların bulunduğu Chantenay’dan öyle farklıydı ki! Yüzleri isli, yağdan muşambalaşmış tulumlar içindeki insanlar, birden Jules’e, çocukluğundan beri alışık olduğu balıkçı ve denizcilerden daha romantik göründü. Jules’ün, Chantenay’da eski evlerinin balkonundan arada sırada izlediği, “ilk buharlı gemilerin” sırrı artık çözülmüştü. Nehrin akıntısına ve rüzgâra karşı yelkensiz ve küreksiz nasıl böyle hızlı gidebiliyorlardı? Loire nehrinin dalgaları üstünde, hafif yelkenlilerle kıyaslandığında daha hantal ama heybetli, sanki büyük tekerlerin üzerinde kayıyor gibiydiler. Erdre’de geleceğin harikaları üstündeki perde aralandığından, Jules artık okulda, Feydeau Adası’nda ve Chantenay’daki genç arkadaşlarına, bu konuda işin ehli biri gibi konuşabilirdi. Gündelik yaşam çerçevesinin dışına çıkan davranışlarının insanın yaşamöyküsünü belirlediği şeklindeki iddia doğruysa, Jules’ün yaşamöyküsü, on bir yaşındayken çıkmaya yeltendiği bir seyahatle başlar. On bir yaşındaki Jules, 1839 yazının ilk günlerinde bir sabah, bir-iki parça giysi, birkaç kitap ve gerçek deniz galetaları olan bir avuç peksimeti yelken bezinden küçük bir çuvala doldurarak henüz herkesin uyuduğu bir sırada gizlice evden çıktı ve dolambaçlı yollardan anacaddeye vardı. Sakallı balıkçılardan, çizgili kazaklı denizcilerden ve giysileri altın sırmalı deniz subaylarından oluşan bir kalabalık, Cabidoulin Amca’nın işlettiği aşhanenin önünde toplanmıştı. Genç hayalperest; tayfa başlarına, subaylara, kaptan ve komutanlara, yapabileceği hizmetleri birkaç saat boyunca kasketini çekiştirerek anlattı. Çocuk kısa boylu ama tıknazdı, denizci jargonunu iyi biliyordu. Coralie adlı üç direkli ıskunanın bir miçoya ihtiyaç duyan sahibi kaptan Kur-Grandmezon, hiçbir şey söylemeden kıyıdan uzakta olmayan gemisini ona piposuyla işaret etti. Iskuna öğleyin demir aldı. Denize, sabahleyin suların çekildiği saatte açılabilmesi için, akşamüstü Loire nehrinin ağzındaki Paimboeuf’ta olması gerekiyordu. Gemi, Antil adalarına doğru hareket etmişti... Chantenay’daki büyük evde Jules’ün ortadan kaybolduğu hemen fark edilmedi: Yaz günlerini çevrede bitmez tükenmez araştırmalar yaparak geçirdiği iyi bilindiğinden, ancak saat on ikideki kahvaltıya gelmeyince annesi endişelenmeye başladı. Üç sene önce balıkçıların ağlarıyla çıkarttıkları cesetleri, annesi her geçen saat daha canlı hatırlıyordu. Ev halkı Jules’ü her yerde ararken aklına eski taş ocağının sarp ve kayalık duvarları geliyor, av sırasındaki acıklı olaylar bir bir aklından geçiyordu. Komşulardan biri aniden kaçağın izini gösterdi: “Üç Bela Getiren Adam” aşhanesinde, daha sonra da Coralie gemisinden iki miçoyla birlikte ıskunaya doğru hareket eden kayıkta görülmüştü. Yapılan ayrıntılı araştırmalar da bu bilgileri doğruladı. Kaptan Kur-Grand-mezon’un gemisinin öğleyin demir aldığı, şu andaysa Antil takımadalarına doğru ilerlediği haberi geldi. Pierre Verne, olup bitenleri ancak saat altıda öğrenebildi. Olağanüstü durumlarda soğukkanlı ve becerikli bir tutum sergilerdi. Nantes limanının gururu yeni istimbot yarım saat içinde hazır edilmiş, korkunç dumanlar çıkararak Loire nehrinden aşağı gidiyordu. Yüzü soluk ama kararlı görünen Bay Verne, kaptan köprüsünde kaptanın yanında ayakta duruyordu. Kaçak, Paimboeuf yakınlarında bulundu. Geriye Saint Nazaire posta arabasıyla dönen baba ve oğul ciddi ve üzgündü; kararından dönmez babaya ve pişman oğula bakarak tahmin yapan hiçbir yolcu tahmininde yanılmazdı. Jules, çıktığı ilk yolculuk hakkında Chantenay’daki büyük evde hiç kimseye hiçbir şey anlatmadı. En iyi arkadaşı Paul bile gezinin ayrıntılarını öğrenemedi. İnatla susan genç suçlu, annesine söz verdi: Bundan böyle sadece hayallerimde yolculuklara çıkacağım… Ne var ki, iki sene sonra, kendi yaptıkları kayıkla uzak bir yolculuğa çıkmayı öneren Paul’ün isteğini büyük bir heyecanla kabul etti. Kardeşler, güzergâhı belirlemeye daha ilkbaharın başlarında şehirdeki evlerinde koyuldular. Jules, haritaları çizmek ve rotayı belirlemek konusunda kardeşine yardım ediyordu. Paimboeuf, Saint Nazaire ve Fransa’nın batı kıyısındaki küçük balıkçı köyü Pornic’te olmak üzere mola yerleri işaretlendi. Daha ilerideyse gezginlerin önüne engin ve fırtınalı Biscay Körfezi ve açık deniz açılıyordu. Jules, geziyi Paul’a göre daha çok ciddiye alıyordu. Rotayı ezberden haritaya geçirebiliyor, görülmesi gereken yerleri de ezbere biliyordu. Sistematik zekâsından hiçbir ayrıntı kaçmayan Jules, bu yolculuk için uzun bir malzeme listesi hazırlamıştı. Ama, Biscay Körfezi’nin dalgalarından, meltemlerden, muson alizelerinden gün geçtikçe daha az söz etmeye başladı, kayık yapma çalışmasıysa iyice yavaşladı. Sonunda Jules’ün projeden söz etmekten tamamen vazgeçtiğini gören Paul, onun gitmemeye karar verdiğini ve geziyi hayalinde gerçekleştirdiğini anladı… Oysa kış gelince, Jules geceleri kalkmaya ve mum ışığında yeniden çalışmaya başladı. Paul artık bu çalışmalara katılmıyordu. Kardeşlerin yolları belli belirsiz ayrılmaya başlamıştı. Acaba Paul, Jules’ün yeni merakını anlıyor muydu? Ağabeyinin edebi denemelerine değer veren ilk kişinin Paul olduğunu herhalde söyleyebiliriz. Genç şair, ilk eserini gene de annesine adadı. “Elveda Güzel Gemim” isimli eseri melankolik bir romanstı. Bu şiirin önemli bir biyografik gerçek sayılması gerektiği gibi bir yanılgıya kolayca düşülebilir. Burada deniz ve uzak ülkeler hakkında kurduğu çocukluk hayalleriyle vedalaştığını anlayabilir, edebiyat kariyerinin başlangıcını oluşturan ve müstakbel yazarın ilerideki yaşamını belirleyen ilk eseri görebiliriz. Ama bu kitap, sıradan bir lirik şairin yaşamıyla değil, “Olağanüstü Yolculuklar”ı kaleme alan dünyaca tanınan bir yazarın yaşamöyküsüyle ilgilenir. Geleceğin hayalcisi ve bilinmeyene yolculuklar yapan gezginin gençlik yıllarını renklendiren bilinçsiz heveslerinin hiç olmazsa belli belirsiz izlerini, gençlik yıllarına ait biyografisinde yakalayabilir miyiz? De Chateaubourg’un 1842 yılında yaptığı bir resim günümüze kadar ulaşmıştır. Bu resimde Jules ile Paul Verne Chantenay’daki harika İngiliz bahçesinde tasvir ediliyor olmalılar. Kısa bir frak ve renkli bir yelekle modaya son derece uygun giyinmiş on dört yaşındaki mavi gözlü ve sarışın Jules, sağ eliyle kardeşinin bileğini tutmuş, sol eliniyse onun omzuna koymuş. Ağabeyi gibi giyinmiş küçük Paul, sol elinde bir oyun çemberi tutuyor. Genç Paul’ün, kardeşinden daha zarif ve daha entelektüel bir havası var. Bahçenin arka planda uzanan bakımlı patikaları, donuk yeşil yaprakların arasında kayboluyor… Verne ailesi daha 1840 yılında, eskiden Allotte ve La-perriere ailelerinin birkaç nesil boyunca oturduğu Clisson Sokağı’ndaki büyük evden, Jean Jacques Rousseau Sokağı’ndaki eski bir binaya, kendi evlerine taşındılar. Beyaz kaldırım taşlarıyla döşenmiş bu geniş sokak, Graslin Meydanını, manolyaların dikili olduğu de la Fosse rıhtımına bağlıyordu. Chantenay’a giden omnibüslerin durağı evden birkaç adım uzaklıktaki Borsa meydanındaydı; rıhtımın başındaysa Paimboeuf’a giden buharlı gemilerin durduğu iskele yer alıyordu. Büyük “yüzen ada” Feydeau’nun taş burnu caddenin her yerinden görünüyordu. Ama Jules’ü, Nantes Tiyatrosu’nun ön cephesini incelerken veya tarihî “Hotel de France”ın kapısında daha sık görmek mümkündü. Jules’ü tam postanın geldiği saatlerde otelin girişinde bulabilirdiniz. Royale Meydanı tarafından görünen yüklü posta arabasını çeken yorgun atlar, Krebiyyon Sokağı’ndan hızla geçtikten sonra, Graslin Meydanı’ndaki parkın etrafını dolaşırlardı. Jules, tozdan üstleri kirlenmiş pahalı kostümlü yolcuları ve Fransa’nın güneyindeki şehirlere doğru iki saat sonra yola yeniden çıkmak üzere öğle yemeğine oturan suskun postacıyı nefesini tutarak incelerdi. 1844 yılında, Jules on altı, Paul ise on beş yaşını doldurduğunda, Nantes Kraliyet Lisesi’ne başladılar. Sistemli zekâsı ve mükemmel hafızası, büyük kardeşin çok kısa bir zamanda en ön sıralara geçmesini sağladı. Jules, 1846 yılında, “hitabet” dalında ikincilik ödülüne lâyık görüldü. Bu başarı, ailesi ve arkadaşlarına göre, Jules’ün babasının çizdiği yolda sağlam ve kararlı bir şekilde ilerlediğinin en güvenilir işaretiydi. Quai Jean-Bart’daki küçük büroda Bay Verne’in iş ortağı ve yardımcısı olarak yerini almak üzere eğitimini tamamlamak amacıyla Jules bir-iki yıl sonra Paris’e gitmek zorundaydı. Oysa babasından miras aldığı kararlılık, düzenlilik ve sabırla çalışabilme yeteneği, onun kişilik özelliklerinin tamamını oluşturmuyordu. Doğal canlılığı ve sıradışı konulara ilgisi, akşamları onu, evine yakın Dü Pon de Sovyetur Sokağı’nda kukla gösterisi yapılan “Rikiki Tiyatrosuna” veya Erdre nehrinin sol kıyısında, Ortaçağ Nantes’ında utanç çarmıhının bulunduğu, şehrin öteki ucunda bulunan Pilori Meydanı’ndaki kütüphaneye yönlendiriyordu. Bodin Baba gibi samimi lâkapla anılan ve Nantes’ta herkesin tanıdığı kütüphaneci, kitapları gençliğe has bir heyecanla yutan bu kumral, parlak gözlü, hayat dolu çilli çocuğu seviyordu. Robinson’un maceraları, genç Jules Verne’in eskiden tutkuyla okuduğu kitaplardı. Yarım asır sonra Jules şöyle yazıyordu: “Robinson hikâyeleri çocukluğumun kitaplarıydı ve bende silinmez izler bıraktı. Onları defalarca okumuş olmam hafızama silinmemek üzere kazınmalarını sağladı. Sonraları okuduğum hiçbir kitap, beni bu kadar etkilemedi. Bu tür macera kitaplarına karşı duyduğum sevgi, şüphesiz sonraları tutacağım yolu seçmemi sağladı… ” Şimdilerde sadece Robinson hikâyeleri değil, gezi ve maceranın yer aldığı bütün kitaplar, özellikle de denizcilik romanları en sevdiği kitaplar olmuştu. Cooper’ın ve onun yolundan giden Fransız yazarların romanlarını, Eugène Sue’nun “Kernock le pirate” (“Korsan Kernock”), “Atar-Gull” ve “La Coucaratcha” adlı kitapları ile Edouard Corbiere, Augustin Jal ve Jules Lecompte’un bütün hikâyelerini olağanüstü bir hızla okuyup sindirmişti. Sonraları, o zamanlar ününün doruğunda olan ve yeni tür bir macera romanının yaratıcısı Alexandre Dumas’nın eserleri, genç Jules’ün ilgisini çekmeye başladı. “Monte Kristo Kontu” birçok dile çevrilmiş durumdaydı; “Üç Silahşorlar” ise yeni yayımlanmıştı. Peki ya şiir? Babasının klasiklere olan ilgisini paylaşıyor muydu? Ne yazık ki hayır! Genç romantizmin eski edebiyata karşı verdiği savaşta Jules, ta en başından gençliğin tarafını tutuyordu. Bu, babasına ve otoritelere karşı ilk isyanıydı, çocukluğunda Antiller’e kaçmaya kalkışmasından belki de çok daha ciddi bir şeydi! Akademi üyeliği ve soyluluk unvanını daha yakınlarda aldığı halde, yaşlı kuşağın hâlâ henüz benimsemediği Victor Hugo, o yıllarda yeni edebiyatın Fransa’daki lideriydi. Dumas da kendisini romantikler arasında görüyordu. Hugo’nun mükemmel şiirleri mi, yoksa Dumas’nın parlak ve devinim dolu romanları mı? Genç adamın yüreği, bu iki kutup arasında gidip geliyordu. Paul, Jules’ün hâlâ kendine en yakın hissettiği kişi olmakla birlikte, kardeşlerin yolları yavaş yavaş ayrılıyordu: Avukat ve denizci; siyah hukukçu cüppesi ve altın sırmalı subay üniforması… Her biri kendi yolunda ilerliyordu. Jules, akşamları vaktini kütüphanede geçiriyor, alışkanlık edindiği üzere masanın bir ucuna oturarak küçük yazısıyla kocaman sayfaları dolduruyordu. Kaleminden genellikle şiirsel trajediler çıkıyordu, ama onları sabırla dinleyen ve hayranı olan tek kişi, liseden arkadaşı Aristide Hignard idi. Carolina Tronson, –“Provance’ın Gülü” güzel Carolina– Jules’ün trajik ilham perisine karşı ilgisizdi, onun yazdıklarını “bayram macunu” olarak adlandırıyordu. Farsları ve Gal esprilerini seven, Rabelais hayranı Prudent dayı, genç şairle alay ediyor, yazdığı piyesleri “Rikiki Tiyatrosu”nun sahibine götürmek konusunda yardım öneriyordu. Bir tek Marie Tronson, küçük vefalı Marie, gözyaşlarına boğularak, onları hiç kimseye sezdirmeden gizli genç kız günlüğüne aktarıyordu. Jules, lisenin son yılındaydı. Her gün öğleden sonra ve akşamları babasının bürosunda çalışıyordu. Artık ne rıhtım gezintilerine, ne de tiyatroya ayıracak vakti vardı, hattâ “Bodin Baba”yı bile ziyaret edemiyordu. Onu sadece Hignard’ın mektupları oyalıyordu. Hignard, bir yıldan beri kompozitör Halévi’den müzik eğitimi aldığı Paris’te yaşıyordu. Başkent yaşamını çok parlak renklerle çiziyordu. “Çabuk gel, bu şehirde gerçekten yaşanır!” diyordu Hignard. Genç Paul Verne, ilk deniz seferine 1847 yılının Nisan ayında Luten ıskunasıyla Antil Adaları’na çıktı. Jules Verne, avukat unvanını alabilmek amacıyla ilk sınavına girmek için aynı ay Paris’e gitti. Demiryolu, o yıllarda Nantes şehrine kadar uzanmadığından trene bineceği Tours şehrine buharlı gemiyle ulaştı. Delikanlı henüz on dokuz yaşındaydı ve hayatında ilk kez doğduğu şehirden ayrılıyordu. Kırk Sekiz Yılı Genç Jules Verne’i Paris’te acaba neler bekliyordu? Jules, raylara yerleştirilmiş bir yük arabasını andıran küçücük vagonun rahatsız koltuğunda yarı uykulu yolculuk ederken bunu düşünmeden edemezdi. Verimli tarlalar, gür yeşil ormanlar, Touraine, Orléans ve Île de France’ın berrak nehirleri, trenin penceresinden kayıp gidiyordu. Burası, onun çok sevdiği, ama o derece az tanıdığı Fransa’nın kalbiydi... Jules Verne’in gençliği, ilginç bir döneme rastlıyordu. Kırk sekiz yılı, birçok Avrupa ülkesinde ilk işçi ve ulusal devrim hareketinin başladığı yıldı. Zamanımıza doğrudan öncülük eden büyük çağın başlangıç yılıydı. Genç Jules Verne’in, Fransız okullarında şiirleri ezberletilen Corneille, Racine, Molière’in şiirlerini zevkle okuduğu, taptığı Hugo’nun satırlarından mest olduğu veya uzak ülke haritalarının üzerine eğilip hayaller kurduğu bu dönemde, onun çevresinde devrim hareketi olgunlaşıyor, Nanteslı genç hayalperest tarafından henüz anlaşılmayan mücadeleci, genç ve öfkeli Fransa kaynaşıyordu. Jules’ün bunu anlayabilmesi için, kendi ülkesini önce görmesi ve tanıması gerekliydi. Yaşlı hukukçu Bay Verne ile Allotte de la Fuÿe soyundan koyu Katolik Sophie Verne’in oğlu Jules, Feydeau Adası’nın küçük dünyasında ve kırsal Nantes bölgesinde yetişmiş, ebeveynleri bile henüz dünyada yokken yarım yüzyıl kadar önce dünyayı sarsan ve yankıları bütün Fransa’da –onun henüz tanımadığı Fransa’da– hâlâ devam eden büyük devrim hakkında çok az şey biliyordu. Evet ama, 1789 devrimi ile ilgili gerçekleri nereden bilebilirdi ki? Onu yetiştirenler ve öğretmenleri bu konuda susuyor, ders kitapları hiç sözünü etmiyor, aile çevresinde ise bu konuda tek söz edilmiyordu. Karşısında duran ve trenin pencerelerinden kayıp giden bu ülke, ona sonsuz ve değişmez görünüyordu –değişen krallar, ders kitaplarının öğrettiğine göre tek istisnayı oluşturuyordu. Son bin yıldır, kıyafetlerin haricinde ülkede sanki hiçbir şey değişmemişti. Henüz çocukluğunda Erdre’de gördüğü güçlü lokomotifler, onu heyecana düşüren buharlı gemiler, işte her istasyonda çanların çaldığı, renkli işaret tertibatı ve ışıkları olan bu demiryolu, sanki makasçı düdüklerinin aracılığıyla, uzak anakaralar ve köpüren okyanuslar haricinde, yelkenli gemiler, posta arabaları ve yük arabaları haricinde de, onun bilmediği, henüz keşfedilmemiş bir ülke olduğunu söylüyor gibiydi. Ama bu izlenimler öyle belirsizdi ki, delikanlının bunu kendi kendisine açık seçik ifade edebildiğini sanmıyoruz. Ülke, sanki Jules Verne’in yaşadığından tamamen farklı bir yüzyıldaymış gibi yaşıyor ve savaşıyordu. O yıllarda Fransa’da yaşayan Heinrich Heine şöyle yazıyordu: “Saint Mars varoşundaki birkaç atölyeyi ziyaret ettim, en aşağıdaki sınıfın en sağlam kesimi olan işçilerin neler okuduğunu gördüm. Orada, ihtiyar Robespierre’in son söylevlerini, Marat’nın iki sou karşılığında satılan politik hiciv fasiküllerini, Cabet’nin devrim tarihini, Cormenin’in zehir gibi hicivlerini ve Buonarotti’nin “Babeuf’in Öğreti ve Komplo” adlı eserini buldum, hepsi de kan kokan eserlerdi. Aynı yerde şarkılar da duydum, nakaratları aklın en vahşi heyecanlarını gösteren, sanki cehennemde bestelenmiş şarkılar. Onların nasıl şeytani ezgilerle dolu olduklarını, bizim kibar ortamımızda tasavvur etmenin imkânı yok; örneğin, sert görünüşlü, yarı çıplak insanların şarkılara tempo tutarak, büyük demir çekiçleri titreyen örslerin üzerine indirdiği metal işlenen dev atölyelerde dinlemeniz gerekir. Böyle tutulan tempo, fırınlardan çıkan canlı kıvılcımların ortalığı aydınlatması gibi en üst derecede etkilidir. Burada her şey hırs ve alev!..” Genç taşralının gittiği Paris, işte böyle bir yerdi. O, Fransa’nın ve bütün yerkürenin geleceğinin oluşturulduğu bu dünyayı tanımıyordu. Jules Verne’in yaşamını ve yaratıcılığını bilen bizlerin hiç değilse bu şarkıların yankılarının, bu ateşin yansımasının ona kadar gelmediğine inanmamız, burjuva yaşamöyküsü yazarlarının bize sunduğu; tutkulu, hevesli ama apolitik bir gencin anlatıldığı sevimli ve sakin portreyle hemfikir olmamız mümkün değildir. Tarih, devrim terörünün 1793 yılında Nantes’ta aşırı sert yaşandığını ve büyük devrimi yansıtan hikâyelerin Nantes halkının yani Jules Verne’in çocukluk arkadaşları olan balıkçıların, tayfaların, marangozların, yelkencilerin ve halat ustalarının, kulaklarından hâlâ silinmediğini söyler. Bize düşen de tarihin tarafsız sesine kulak vermektir. Jules Verne’in ondan sonraki en büyük arkadaşı, akıl hocası ve öğretmeni ise edebiyattı… Cooper’ın, Amerikan halkının sömürgeciliğe karşı verdiği bağımsızlık savaşını anlatan “Ajan”, “Gemi Kılavuzu”, “Boston Kuşatması” gibi ilk romanları, çocuğun hayal gücünü etkilememiş olamazdı. Cooper, Jules Verne’in çocukluğunda neredeyse bir Fransız yazar gibi algılandığından bu etki çok daha güçlüydü: Neredeyse hep Paris’te yaşayan Cooper, Lyon’da bir dönem konsolosluk yaptı. Romanları Fransa’da birçok kez basılırken Amerika’da neredeyse ismi bile bilinmiyordu. “Cooper Okulu” olarak adlandırılan ekol, tam olarak Fransa’da gelişti ve Jules Verne’i uzun süre derinden etkileyen yetenekli yazar Gabriel Ferry’nin yaratıcılığıyla gelişimini tamamladı. Jules Verne’den on dokuz yaş büyük olan Louis de Bellemare, yazarlık hayatına çok geç ve oldukça tesadüfi başlamıştı. Gençliğinde Meksika’da bulunmuş, orada on yıl geçirmişti. Ticaretle uğraşırken hiç önemsemediği bazı notlar tutuyordu. Paris’e döndüğünde büyük bir yayıncının onları çok beğenmesi üzerine, gezi notlarını temel alarak “Gabriel Ferry” takma adıyla büyük bir macera romanı dizisi yazdı. Gözüpek maceraperestlerin, çok renkli ve bereketli vahşi doğanın zemininde yağlıboya taklidi ucuz bir resimdeki gibi gösterildiği “Kızılderili Costal, veya Kırmızı Yılan” romanı bu serinin merkezindedir. Bu eserin kahramanı kızılderili Costal, kökeniyle gururlanan, halkına sadık birisidir. Batıl inançları olduğu için Cooper’ın idealize ettiği Kızılderililere hiç benzemese de, doğuştan zeki ve olağanüstü bir cesarete sahiptir. Romanın beyaz kahramanlarına karşı çıkarılmamakla birlikte, İspanya Kralının despot yönetimine karşı ayaklanan cumhuriyetçi Meksikalıların vefalı müttefikidir. Romanın özü, halkın verdiği bağımsızlık savaşıdır. Ayaklananlara katılan ilahiyat öğrencisi Don Cornelio, elinde olmadan haykırır gibidir: “Yaşasın özgürlük! Tiran’a ölüm!” Bu sözler karşısında hangi genç yürek titremez? İspanyollar, çoktandır cumhuriyet olan Meksika’dan kovulmuş da olsa, ezilen başka uluslar ve despot krallar vardır… Ama Gabriel Ferry’nin kitabında başka, daha önemli bir şey var: “Belki de Yüce Tanrı, toz toprağın içinden yükselen elin, dünyaya hükmedenleri nasıl dehşete düşürdüğünü yeniden göstermek istemektedir.” İşte, ayaklanan halkın isteği üzerine devrim ordusunda albay olan alçakgönüllü katırcı Valerio Trayano böyle diyordu… Zulmedenlere ve tiranlara karşı verilen ulusal savaş konusu, o dönemin Fransız Edebiyatı’nda önemli bir yere sahipti. Victor Hugo’nun eserlerinde en canlı ifadesini bulmuştu. Bu da genç Verne’in hayal dünyasını etkilemiyor olamazdı. Jules Verne’in doğumundan iki yıl önce, 1826 yılında, o zamanlar Fransa’nın sömürgesi olan Saint Domingo Adası’ndaki zencilerin çıkardığı ayaklanmanın sempati duygularıyla resmedildiği Hugo’nun “Bug-Jargal” adlı romanı yayımlandı. Zenci ayaklanmasının liderlerinden biri, yüce insanlık ülkülerine sahip, yüce gönüllük ve mertliğin simgesi, aynı zamanda köleliğe karşı devrimci protesto duygularıyla dolu zenci Bug-Jargal, olayların merkezindedir. Hugo’nun, hürriyetseverlik ve despotizme karşı nefret duygularıyla dolu “Cromwell” adlı dramı da tiranlığa karşı yöneltilmiştir. Onun, “Claude Gueux” hikâyesi, seçkin tabakayı suçlar niteliktedir… Seçkin tabakaya karşı ayaklanma fikrini konu edinen sadece Hugo değildi. George Sand’ın romanları, Alexandre Dumas’nın “Anthony” adlı dramı, Prosper Mérimée’nin “Tamango”su da aynı gruptan eserlerdi. Oysa var olan düzene karşı yapılan öfkeli saldırılar, belli ve kesin bir programa dayanmıyordu. Bu eserler, genç Jules’ün kalbinde özgürlüğe karşı soyut bir sevgi, zulme karşı da gene soyut bir nefretin doğmasına yol açabilirdi ancak. Ya gelecek? Onun kapalı bir fanus içinde yetişmiş, henüz olgunlaşmamış zihninde gelecek acaba nasıl canlanıyordu? Büyük Okyanusun ıssız bir adasını çiçekli bir bahçeye dönüştüren çalışkan insanların işbirliğinin anlatıldığı Cooper’ın “Kraterdeki Koloniler” isimli yarı ütopik romanında sözü edilen gelecek dışında, kafasında nasıl bir gelecek şekilleniyor olabilirdi? Genç taşralının önüne ilk olarak serilen Paris, eski görkemi içinde sanki sonsuza kadar donmuş, sadece dünü yaşayan uykulu bir Paris gibiydi. Jules Verne, hiç olmazsa ilk on beş günlük kısa başkent yaşamında Paris’i böyle görmüştü. Nanteslı genç, hukuk derslerini dinlemek, sınavlara girmek zorundaydı, hatta bu gezisinde kenti doğru dürüst gezememişti bile. Aklında kalanlar, yüksek alınlıklı ve çok katlı evlerin birbirinin üstüne geçen sivri çatılarını bürüyen sis, oymalı kafesler, sarmaşıkların örttüğü balkonlar, nişlerdeki yosun tutmuş heykeller ve armalardaki esrarengiz tasvirlerdi sadece… Genç hayalperest, ailesinin öğütlerine uygun olarak babasının teyzesi olan çok sert ve eski kafalı Madam Charrüel’in Temple yakınlarında bulunan Teresa Sokağındaki 2 numaralı yarı yıkık evinde kalıyordu. Delikanlı bu ev için, “havasız ve şarapsız bir kuyu” diye yazıyordu ailesine. Ama evde kalmaya da neredeyse hiç zamanı yoktu. Kahvaltısını sabah erkenden aceleyle yaptıktan sonra, eve akşamın geç saatlerinde dönmek üzere Seine nehrinin sol kıyısında bulunan Latin Mahallesi’ne gidiyordu. Bu karanlık akşamlarda, geciken yayanın karşısına sisin içinden aniden çıkan devasa Temple Şatosu, ister istemez, insanı, Montgomery ile yaptığı turnuva sırasında Kral II. Henri’nin burada öldürüldüğü o geçmiş döneme götürürdü. Eskicilerin işgal ettiği yarı harabeye dönüşmüş bu büyük kubbeli gizemli bina, mahallenin kalbiydi. XV. yüzyıl sanki burada hâlâ devam ediyormuş ve kraliyet cellâdı veya topallayan korkunç bir serseri güruhu karanlık kaldırımda hemen şimdi ortaya çıkacakmış sanırdı insan. Jules, Paris’ten ayrılmadan hemen önce Vosges Meydanı’nı ziyaret etti. Yolun henüz başındaki genç yazar, hayallerinin kralı Victor Hugo’nun 1830 yılından beri oturduğu, kapı numarası 6 olan evi görmek istiyordu. Uykuya dalmış duvarları, yüksek pencereleri, sımsıkı kapalı beyaz panjurları, uyuklayan çatılarıyla meydanı kuşatan eski evler, Jules’ün, eski Paris’in tam göbeğinde bulunduğunu düşünmesine neden oluyordu. Sadece korkunç duman bacalarının uyanık olduğu bu uyuyan dünyada, Kraliyet meydanı olarak adlandırılan bu meydanda o zamanlar yaşayan insanların gölgeleri canlanırdı. Eskiden, Guéménée oteli olarak adlandırılan 6 numaralı ev, Marion de Lorme isimli birisine aitti. Kardinal Richelieu, Corneille, Molière ve Madam de Savigny bu civardaki saraylarda oturmuşlardı. Meydan, o dönemin seçkin insanlarının buluştuğu bir yerdi. Bu geçmiş, genç Verne’e öyle canlı, öyle muhteşem görünüyordu ki! Krallık Fransa’sının son yılını yaşadığına şüphesiz inanamazdı. Jules, yazı Verne ailesinin yaşlı kuşak temsilcileriyle birlikte Provance’ta geçirdi. Başarıyla verilen sınavların ardından hak edilen bir tatildi bu. Son sınava hazırlanmak için kışı yoğun çalışmalarla geçirmesi gerekiyordu. Jules, 1848 yılının Şubat ayında hukuk diplomasını alarak avukat unvanını kazanacaktı. Yirmi yaşında bir avukat, Bay Jules Verne! Verne bürosu ve Quai Jean-Bart’da bir Verne! Nantes, 1848 yılının Şubat ayında Paris’ten gelen haberlerle sarsılmıştı: Başkent sokaklarında barikatlar kurulmuş, Kral İngiltere’ye kaçmış, Fransa’da Cumhuriyet ilân edilmişti! Genç Jules, bu büyük yılın olaylarını, hummalı bir heyecanla, Nantes’a gelen başkent gazetelerinden, söylentilerden, Paris’ten gelenlerin anlattıklarından izliyordu. Bütün bunlar bulanık ve belirsizdi, olanları hemen kavrayamıyordu. Önüne iki yeni boyut serilmişti: Fransa’nın geçmişi ve geleceği. Arkada ise Victor Hugo’nun büyük ve korkunç olarak tanımladığı doksan üç yılının hayaleti vardı. Aristoteles’in düşüncesine göre lekesiz güneş gibi belli belirsiz parlayan geleceğin çehresi, genç hayalpereste sanki ileride görünüyormuş gibi geliyordu.
Dört Perş atının koşulu olduğu “Messageri Parisien Şirketi”nin posta arabası, 1848 yılının 10 Kasım günü akşam saat dokuzda, Graslin Meydanı’ndaki durağından hareket etti. Yolcuların bu şehirdeki son izlenimleri, Nantes şehrini temsil eden büyük bir heykel ve şehrin topraklarında Loire nehrine dökülen on üç dereyi temsil eden on üç küçük bronz heykelden oluşan Royale Meydanı’ndaki granit bir fıskıyeydi. Paris’e giden ilk trene yetişebilmek için kupa arabasının, sabahın erken saatlerinde Tours şehrinde olması gerekiyordu. Başkente eğitimlerini tamamlamak amacıyla giden iki genç adam, Edouard Bonamy ve Jules Verne de bu arabanın yolcuları arasındaydı. Genç adamlar acele ediyordu. Ulusal Meclis, İkinci Fransız Cumhuriyeti’nin yeni anayasasını 4 Kasım’da kabul etmişti, 12 Kasım’da ise İttifak Meydanında resmen ilân edilmesi gerekiyordu. Yeni kurulan İkinci Cumhuriyet yönetimi, bu günün törenlerle kutlanması için cumhurbaşkanı prens Napoléon Bonaparte’ın başkanlığında yoğun bir hazırlık yapıyordu. Peki bu gün, Fransız halkının bayramı mıydı? Sosyal devrimin kırmızı bayrağını dünyada ilk kez diken Paris proletaryası üzerinde kazandığı kanlı zaferi kutlayan Fransız burjuvası bayram ederken, Paris’in sade insanları olan zanaatçılar, işçiler ve işsizler, bu “bayram”a yas tutulacak bir olaya bakar gibi bakıyorlardı; onlara, verilen kurbanları ve Paris kaldırımlarında akıtılan kanı hatırlatıyordu. Genç Jules Verne bunları görüyor; ama bunu anlayamıyordu. “Devrim”, “cumhuriyet”, “özgürlük” kelimeleri, Jules için, bu sözcükleri telaffuz eden, onlara farklı anlamlar kazandıran insanları arkasında canlı olarak görmediği evrensel kavramlardı. Saray toplantısına çalıştığı atölyeden iş gömleğiyle gelen Geçici Hükümet üyesi İşçi Albert için de, burjuva cumhuriyetçisi Ledru-Rollin ve genç cumhuriyeti kanlı elleriyle boğmak için cumhurbaşkanı olan Prens Bonaparte için de bu kavramlar farklı farklı anlamlar taşıyordu. Jules Verne’le arkadaşı Bonamy, cumhuriyet hakkında ne kadar az şey biliyorlarsa, Fransa’nın kalbi Paris’e bir an önce varıp her şeyi kendi gözleriyle görmek için de o kadar acele ediyorlardı. Ne ki, Tours şehrinin tren istasyonuna varan yolcular, milli muhafız subayları için özel bir tren gördüler sadece. Kutlama üniforması içinde parlayan bir jandarma sordu: - Baylar kılıç ve üniformalarınız nerede? - Bavullarımızda, diyerek Jules kendinden emin cevap verdi. - Peki, eşlik edeceğiniz komünün milletvekilleri nerede? Yazık, gençler tuzağa düşmüşlerdi! Karanlık bir köşeye sıvışıp, galip burjuva ordusuna ait silahlı muhafız askerlerinin vagonları nasıl doldurduğunu, yetkili bölge delegesinin sevkıyat sinyalini nasıl verdiğini izlediler. Yolcu treni ancak birkaç saat sonra hareket halindeydi ve iki arkadaş, Restorasyon döneminden sonra doğan onlar için, bin yıllık krallık Fransa’sının sembolik olarak sona ermesi anlamına gelen törene yetişemeyeceklerinden endişelenmeye başlamışlardı. Paris’e 12 Kasım Pazar günü, akşamın geç saatlerinde varabildiler. İttifak Meydanı’nda son meşaleler yanıp tükenmek üzereydi, soğuk rüzgâr, ıslak ve kararmış bayrakları parçalarcasına esiyor, sulu bir kar yağıyordu. Bütün civar sokakları dolduran müfreze askerleri ve soluk yüzlü Parisliler, akıllarında kalan en canlı anılardı: Erken kış, Mansart ahalisi için neredeyse toplumsal bir felaket anlamına geliyordu. Bütün bunlar, Jules Verne’in görmeyi başaramadığı devrimin cenaze törenine çok benziyordu. Genç Jules, doğup büyüdüğü Nantes’a yalnızca yankısı ulaşan bütün bu hikâyeyi, devrimin aştığı yolu kafasında canlandırabilmek için, büyük devrim yılının gazete, dergi ve politik hicivlerine Paris’teki ilk günlerinde kelimenin tam anlamıyla saldırmıştı. Öfkeli ve umutsuzluk sınırına gelmiş Paris halkı 22 Şubat’ta sokaklara dökülünce başkent sokaklarında görkemli bir halk gösterisi yapıldı. İşçi ve zanaatçıların yaşadığı bazı kenar mahallelerde kendiliğinden barikatlar kuruldu. Yüzü çürük bir armuda benzeyen, karikatürcülerinse iç çamaşırlarıyla ve büyük şemsiyesiyle tasvir ettikleri Kral Louis Philippe, o zaman bile bunun, hoşnut olmayan bir grup asinin değil, kin beslediği Kraliyet yönetimine karşı ayaklanan Fransız halkının gösterisi olduğunu anlayamamıştı. Kral, İçişleri Bakanı’na alaylı bir şekilde soruyordu: - Siz bu devrilmiş arabalara barikat mı diyorsunuz? Hayır, bu bir isyan değil, devrimdi. İlk silahlar, işçi kesiminin oturduğu Saint Antoine varoşunda 23 Şubat’ta patladı. Kimliği öğrenilemeyen birisinin açtığı provokasyon ateşine karşı açılan yaylım ateşi cevap olarak gürledi. Kraliyet askerlerinin açtığı yaylım ateşi, Fransız monarşisini devirdi. Paris kaldırımlarında ilk kan akıtılmış, öldürülen beş kişi cumhuriyetin zaferi uğruna can vermişti. Cesetler, meşalelerin ışığında bulvarlarda ağır ağır dolaşan arabaya anında yüklenmişti. Arabanın üzerinde ayakta duran bir işçi, kana bulanmış genç bir kadının cesedini arada bir kaldırarak haykırıyordu: - İntikam! Halkı öldürüyorlar! Kalabalık tehditkâr yanıtlıyordu: - Silah başına! Halkı barikat kurmaya çağıran çanlar, Paris üzerinde asılı duran fırtına bulutları gibiydi. Her yanı kazılan sokaklar cam kırıklarıyla kaplanmıştı. Hiç susmayan davul sesi, herkesi silah başına çağırıyordu. Kralın kaçmasından sonra halk saraya doluştu. İşçiler, “Paris halkından bütün Avrupa’ya: Özgürlük, eşitlik ve kardeşlik. 24 Şubat 1848” yazılı bir pankartın kornişine asılı olduğu Kralın tahtına oturdu. Taht, daha sonra sokağa çıkarıldı. Coşan kalabalık tahtı bütün şehirde dolaştırdı, her barikatta, tahtın halk hatiplerinin konuştuğu kürsüye dönüştürüldüğü kısa bir miting düzenleniyordu. Kralın tahtı, daha sonra, karmanyol dansı yapan halkın sevinç çığlıkları eşliğinde yakıldı. Özgürlük, eşitlik ve kardeşlik! Kralların oturduğu menfur tahtların, sosyal sınıfların, kiliselerin bir anda yok olması, açların ekmek, işsizlerin iş bulması, yoksulluğun hiçbir iz bırakmadan yok olması, insanın insanı sömürmesinin sona ermesi için, sihirli bir güce sahip olan bu kelimelerin telaffuz edilmeleri genç Jules Verne’e yeterliymiş gibi görünüyordu. Herkesin oy vermesiyle bütün halk acaba ülkenin iktidarı olmamış mıydı? Fransız sömürgelerinde kölelik kaldırılmamış mıydı? Fransız Devrimi, diğer ulusların, Almanların, İtalyanların ve Polonyalıların ayaklanması için örnek oluşturmamış mıydı? Ama, Paris proletaryasının Haziran ayaklanması ve cumhuriyetçi hükümet tarafından dökülen halk kanının bütün bunlarla bağlantısı neydi? Jules Verne bunu anlayamıyordu. Kasım ayının sonuydu. Büyük 1848 yılı, herhangi bir Parisliye göre genç Verne için on ay daha geç başlıyordu. Bu bir sarsıntıydı. Sanki tamamen farklı ve içinde doğup büyüdüğü dünyanın tâbi olduğu yasalardan daha başka yasalara bağlı olan ve hiç durmadan genişleyen bir evrene düşmüş gibiydi: Birdenbire dünyanın bütün ülkeleri görünür hale gelmiş, zamanın dev akışı hissedilir olmuştu. | ||||||||||||||||||||||