• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
  • https://www.twitter.com/@EtkinYayinevi
    • YENİ ÇIKTI... Hüznün İsyanı TURGENYEV
    • Bu biyografi, bundan yaklaşık yüz sene önce yayımlandı. Dönemi için yeni kabul edilen bir tür olan biyografik roman tarzında yazılan bu kitap, değerini günümüze kadar muhafaza etmeyi başarmıştır. Rus toplumunun taşrada oturan sıradan bireyleri için yazılmış bu kitaplar bugün de yalnızca kitap kurtlarına değil, tarihteki büyük insanların hayatı ve psikolojisi hakkında çok az bilgi sahibi olanlardan, asıl mesleği bu olanlara kadar geniş bir yelpazedeki okurlara tavsiye edilebilir.
    • Yeni Kitap... DARA DURMAK
    • Bu kitap, iki Alevi ailenin “Yol Kardeşi” yani “Musahip” olmalarını konu eden bir romandır. Merkezinde “Musahip Cemi”nin yer aldığı kitap, "Yol Kardeşi" olan iki ailenin iki çocuğunun; Melek ile Mazlum adlı iki gencin hüzünlü aşkları etrafında şekillenmektedir. Anadolu'nun bir yöresinde geçen olayı sade ve akıcı bir dille anlatan yazar, bir bakıma Alevilik kültürünü ve felsefesini edebiyat diliyle okurlara sunmaktadır. Keyifle okuyacağınıza inanıyoruz.
    • YENİ KİTAP... Evrenin Sonsuzluğunda BRUNO
    • ...Şimdi ondan ne suç ortaklarının isimlerini isteyen vardı, ne de dava arkadaşlarını satmasını talep eden. Ondan isteneni yapsa bile kimsenin zindana atılacağı yoktu. Kimseye ihanet etmeyecekti sonuçta. Peki fikirlerine ihanet edecek miydi? Yıllarca öğrettiği ve ateşli bir şekilde savunduğu fikirlerine?
      Ayağa kalktı. Kararlı ve heybetli bir duruşla, yargıçların yüzüne haykırmaya başladı: “Bana okuduğunuz bu hüküm, benden çok sizleri korkutmaktadır!”
      Uzaya giden yol ateşten geçiyordu...
    • YENİ KİTAP... Matematik Dehası PASCAL
    • Pascal’ın babası matematikle uğraşmayı ve evinde matematikçileri toplamayı severdi. Ancak, oğlunun çalışmaları için bir plan yaptığında, oğlu Latince’yi iyice benimseyene kadar matematiği bir kenara koymaya karar verdi. Blaise’in merakını bilen babası tüm matematik çalışmalarını ondan dikkatlice saklar ve hiçbir zaman onun yanında arkadaşlarıyla matematikle ilgili konuşma yapmazdı. Çocuk matematik öğrenmek istediğini söylediğinde, babası matematiği ona gelecekte öğreteceğini vaat etmişti.
    • Çağının Ötesinde Bir Dahi TESLA
    • Sıradışı geniş ve açık bir alın, karakteristik, ince hatlı zarif bir burun, çökük yanaklar, yarım bir tebessümle donakalmış ince dudaklar, bakışlarıyla insanın ruhuna işleyen yorgun ve hüzünlü o harika mavi gözler... Seksen yedi yaşındaki ihtiyarın yüzünün tüm çizgilerinde, canını kurtarmak için değil, sadece insanlık yararına bir şeyler yapabilmek uğruna, en azından biraz daha zaman kazanabilmek için ölüme ısrarla direnen ifadesi kazınmıştı. (...)
    • Doğu'nun Sönmeyen Yıldızı HAYYAM
    • ...tarih, insanoğlunun faaliyet gösterdiği her alana yeteneği olan pek çok dâhiye tanıklık etmiştir.Onlar tüm insanlığın gerçek süsü, en büyük serveti ve hazinesidir. Ömer Hayyam’ın da onlardan biri olduğunu söyleyebilir miyiz? Kesinlikle evet. Hemen aklımıza ikinci bir soru geliyor: Bu yeteneklerden hangisi daha çok göze çarpar? Adını ölümsüz kılan asıl şey nedir? Acaba Hayyam'ın hangi yeteneğini ilk sıraya ...
    • yeni kitap... Elektriğin Newton'u AMPERE
    • Daha çocuk yaşlarındayken babasının giyotinle öldürülmesinin sarsıntısıyla ruhsal bunalıma giren ve neredeyse bitkisel hayattan bir yılda çıkan, sonra da adını buluşlarıyla bilim tarihine yazdıran; ama sahip olduğu muhteşem zeka kadar da özel hayatında mutsuz olan bu büyük insanın acıklı yaşamöyküsü.
    • TÜRKİYE'DE BİR İLK...
      Tolstoy'un bilinmeyen eseri ilk kez Türkçe yayınlandı.
    • Rusya’da ilk kez 1886’da yayınlanan ama hem Çarlık Rusyası, hem de Sovyet Rusya’nın sansürü nedeniyle bilinmeyen bu kitap Türkiye’de ilk kez yayınlanmaktadır. “Yunan Öğretmen SOKRATES” kendi zamanını aşan, tüm zamanlar için geçerliliği olan bir eserdir. Yaşamlarının anlamını ve amacını merak edenler, bu kitapta kendileri için çok yeni, beklenmedik ve aradıkları doğru cevapları bulacaklardır. Bu kitap her yaş ve meslekteki insanın ilgisini çekecek bir kitaptır.
    • 8 Şubat 1828 yılında doğan JULES VERNE 196 yaşında...
    • Yazdıkları kadar biyografisi de sırlarla dolu olan Jules Verne, kendi geleceği hakkında bile hiçbir tahminde bulunmazken nasıl olmuştu da insanoğlunun yüz yıl sonra gerçekleştirdiği teknolojileri önceden hayal edip yazabilmişti? O, bilim ve teknolojiye yol gösteren bir peygamber miydi? Bilim ve teknolojide meydana gelecek gelişmeler sadece ona mı gözükmekteydi?
    • Modern Romanın Babası CERVANTES
    • “Hayatımda, kader çarkının zirvesine çıkmayı başarabildiğim tek bir gün bile olmadı. Ben ona tırmanmaya başlar başlamaz o durdu.”
      Hayat yolunun sonuna yaklaşırken Cervantes, bu üzücü sonucu çıkarmıştı. Bir taraftan etrafını kuşatmış hayat şartlarında fikirlerinin zaferi için, diğer taraftan da sonsuz maddi gereksinimleri olan kişisel varoluşu için sürdürdüğü ikili mücadelede yorgun düştü; ama yenilmedi.
    • Charles DICKENS 207 yaşında...
    • Romanlarında yoksulları, emekçileri, sağlıksız evleri, barakaları anlatan; kendi de çocuk yaşta işçi olarak çalışmış biri olarak özellikle çocukların yaşadığı zorlukları, çocuk emeği sömürüsünü, kimsesiz çocukları, güçlü bir anlatımla dile getiren; anlatımı yalın, süssüz, ancak gerçekçi ve etkileyici olan ve “... İçinde yaşanılan dönemi tüm pislikleriyle anlatan gerçekçi yazar” Charles DICKENS 7 Şubat'ta 207 yaşına girdi. Eserleriyle yaşayan DICKENS'in ilginç biyografisi bu kitapta.
    • Meksika Halk Kahramanı PANCHO VİLLA
      Çıktı...
    • "O günlerden daha kötüsünü hatırlamıyorum” diyecekti sonrasında Villa, “Allah, düşmanımın başına bile vermesin. En çok da yaralı ve bitap düşmüş askerlerimin can vermiş olması, benim onlara hiçbir şekilde yardım edememiş olmam beni mahvetti. Onca yıl komutam altında korkusuzca mücadele veren kardeşlerimin birbiri ardına düştüklerini ve arkalarında kanlarını bıraktıklarını gördükçe boşuna mı verdik bu kurbanları, halk bir gün büsbütün toprak ağalarına ve para babalarına karşı galip gelebilir mi
    • "BU KİTABI NEDEN YAZDIM?
    • Böyle bir sorunun cevabının daha ilk cümlesinde Mustafa Kemal Atatürk’ün insan olarak, teşkilâtçı olarak, ihtilalci olarak, barışçı olarak sıfatlarından bahsetmek gerekir ki, bu büyük adamın hatırasına kalbinin en samimi köşesini ayıran Türk okuyucusuna bunları anlatmak beni biraz güç duruma düşürüyor. PARAŞKEV PARUŞEV"
Site Haritası
Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi1
Bugün Toplam19
Toplam Ziyaret115323

ANASAYFA


     Tıpta Devrim Yapan Kimyager
PASTEUR

   
Ürün Kodu : 978-975-6391-61-7
Üretici : ETKİN YAYINEVİ
Etiket Fiyatı : 59 TL (KDV Hariç)
Ürün Özellikleri
Otuz asırdır var olan Tıp biliminin temellerini değiştiren devrimi gerçekleştiren Kimyagerin yaşam öyküsü.
        Detaylar
 
 
Detaylar

GİRİŞ

Sokaktan öfkeli bir kalabalığın uğultulu sesi yükseliyordu.

Derin koltuğunda oturan siyah takkeli adam, öne doğru bükülerek dışarıya kulak kabartmış; bir kaç dakikadır, gergin bir şekilde bu öfkeli uğultuyu dinliyordu. Sesler giderek belirginleşiyor, daha da tehditkâr bir hal almaya başlıyordu.

Ve nihayet öfkeli bağırtı, camı kırarak içeriye dalan parke taşları gibi odaya doldu:

“Katil! Zehirledin onu!”

Takkeli adam irkildi; sağ elinin parmaklarını, kurumuş dudaklarına bastırdı, sonra da avucunu soğuk soğuk terleyen alnına dokundurdu. Ardından, kararlı bir şekilde ayağa kalktı ve sol bacağını sürükleyerek, pencereye doğru yürüdü. Titreyen eliyle takkesini çekip çıkardı, ellerini saçlarında gezindirdi, sımsıkı çekilmiş perdeleri araladığında hiçbir şey göremedi; bir anlığına gözlerini kısıp, sonra irice açtı.

Kocaman avlu bomboş ve sessizdi. Kimsecikler yoktu. Ne kalabalık vardı, ne de bağrışmalar. Sönükleşen yarım ay, avlunun köşesinde, d’Ulm sokağına açılan bahçe kapısının tam yanındaki çok da büyük olmayan, açık renkli binayı güçlükle aydınlatıyordu. Pencerelerinin birinde, bir gece lambasının zar zor fark edilen huzursuz ışığı titriyordu.

Takkeli adam derin bir nefes aldı.

“Aklımı kaçırıyorum galiba.” diye düşündü. “Bütün bunlar sadece bir rüya olmalı!”

Ağır, topallayan adımlarla odada, kapı ile pencere arasında mekik dokumaya başladı. Bir anlığına duvarda asılı aynanın karşısında durdu. Aynadaki adama acı bir tebessümle baktı. “Hiç de ‘ölümsüz’ birine benzemiyorum!” diye geçirdi içinden. Ona aynadan şimdi bitkin ve endişeli bir ifadeyle bakan, ağarmış saçları ve bıyıklarıyla hastalıklı, solgun, yüzü neredeyse külrengine dönmüş ihtiyarın, bir tek gözlerindeki keskin bakışta gençlik yıllarının parıltısı hâlâ sönmemişti.

Koltuğuna geri döndü. Yeniden onu huzursuz eden düşüncelerin içine daldı.

“Katil!” diye bağıran ses, kalabalığın çığlıkları... Hayır, bütün bunlar sebepsiz değildi. Bu bir şeylerin habercisi miydi yoksa? Buna nasıl cesaret edebilmişti? Nasıl yapmıştı? Öte yandan, başka ne yapabilirdi ki? Eli kolu bağlı bekleyip çocuğun ölmesini mi seyretseydi? Sonuçta aşısından o kadar emindi ki, hatta onu ilk önce kendi üzerinde denemeye hazırlanıyordu. Neden o zaman bu kadar korkuyordu, bu endişe de nereden çıktı? Ama nasıl bir çocuğa kasten ölümcül kuduz dozunu uygulamaya karar verebildi? Ama zaten çocuğa önceden on bir tane aşı yapılmamış mıydı?

…10 gün önce, Temmuzun 6'sında, sabah saatlerinde, Paris'in henüz tenha olan d’Ulm sokağında garip bir üçlü göründü: Bir adam, bir kadın ve bir erkek çocuk. Adam endişeli tavırlarla etrafına bakınıyor, kadın ümitsizce ağlıyor, baştan ayağa sargı içinde olan çocuk ise titreyerek annesine sokuluyordu.

Sonunda küçük, açık renkli binadan bir kapıcı çıkarak onların olduğu tarafa doğru geldi. Kadın onu görür görmez yalvarmaya başladı:

"Pastör’e, bizi Pastör’e götürün!..

Böylece Alsace'den gelmiş üç kişi kendilerini Louis Pastör'ün laboratuvarında buldular. Bunlar; bundan iki gün önce kudurmuş köpek tarafından ısırılmış dokuz yaşındaki Joseph Meister, onun üzüntülü annesi ve köpeğin sahibi Theodore Von idi.

Bu küçük Alsace'lıya kurtarıcısının parlak zaferinin bir parçasını kendisiyle götürmek nasip olmuştu: Artık Pastör’den söz edilen her yerde ve her zaman onun ismi de anılacaktı; o, artık Pastör'ün kuduza karşı aşısıyla kaçınılmaz ölümden kurtarılan ilk insandı.

Çocuk, acı içinde inliyor ve zorlukla ayakta duruyordu. Bedeninde kuduz köpeğin birbirinden kötü ondört ısırık yarası vardı. Okuldan eve dönerken köpeğin saldırısına uğrayan çocuğun yapabildiği tek şey yüzünü elleriyle kapatmak olmuştu. Ellerinde korkunç ısırık yerleri vardı, bir tek yüzü zarar görmemişti. Ama bu yüz şimdi nasıl da zavallı görünüyor, çocuğun çektiği acılar nasıl da yüzüne yansıyordu!

Pastör, gözyaşlarının gözlerini dumanlandırdığını hissetti, çocuğun omzunu okşayarak “Korkma küçük adam, her şey düzelecek…” gibisinden bir şeyler mırıldandı.

Her şeyden önce çocuğu ve annesini laboratuvardaki odalardan birine yerleştirdi ve Joseph'e yataktan kalkmamasını tembih etti. Sonra beklenmedik misafirlerin beslenme ve bakımından emin olduktan sonra odasına gitti. Ağır ağır düşünmeye başladı. Ne yapmalıydı? Aşıyı yapmalı mıydı? Laboratuvar deneylerinde sorun çıkmamıştı. Teknik tamamlanmış, doz belirlenmişti. Köpekler ve tavşanlar buna tanıktılar!..

Köpekler ve tavşanlar!...

Ama kuduza karşı aşının yapıldığı bir tek insanoğlu yoktu!

Kuşkularını giderebilecek iki kişi vardı: Profesör Vyulpian ve Doktor Tranche. Vyulpian daha önceleri de öğrencilerine Pastör'ün deneylerinden söz etmiş ve bunların büyük gelecek vaad eden keşifler olacağına inandığını belirtmişti. Buna ek olarak Vyulpian kararlarında çok dikkatli bir doktor ve insan olarak tanınırdı. Tranche'ye gelince; o, bir pediatri uzmanı ve Fransa'da bakteriyolojiyi incelemeye başlayan ilk doktorlardan biriydi. Tranche, Pastör'ün laboratuvarında çalışıyordu. Kuduza karşı aşı, gözleri önünde oluşturulmuş, köpekler üzerindeki etkisini izlemişti. Bir çok çalışmada kendisi bizzat görev almıştı. Ayrıca akıllı ve tedbirliydi, Pastör'ü de çok severdi.

 Pastör, bu iki kişiye önerilerini sordu. Her iki doktor, Joseph'i muayene etti; on dört iltihaplanmış, irinli yara! Birbirlerine baktılar ve Pastör'ün yaptığı gibi, “Her şey yolunda, haydi sen en iyisi güzel ir uyku çek,” diyerek çocuğu sakinleştirmeye çalıştılar…

Çocuğu götürürken annesi kapıda Pastör'e umut dolu, yalvaran gözlerle baktığında Vyulpian şöyle dedi:

– Bunu yapmak zorundasınız. Çocuğun yaralarını kızgın demirle bile yakmamışlar, zaten ölüme mahkûm. Tıp, kuduzun ne bir tedavisini biliyor, ne de bu illetten iyileşmiş birisi görülmüştür. Talihsiz çocuğun, kurtuluş için tek bir şansı vardır ve bu da sizin aşınızdır. İlaveten köpekler üzerindeki birçok deney, yönteminizin kusursuz olduğunu yeteri kadar kanıtlamıştır. İnsan üzerinde farklı sonuçlar vereceğinden korkmak için hiçbir neden görmüyorum. Karar vermelisiniz. Sizin yerinizde olsam, zaman kaybetmem ve hemen bu gün ilk aşıyı yapardım.

Daha az tanınan ve bu yüzden daha az sağduyulu Tranche, meslektaşını hararetle destekledi:

“Sevgili Pastör, başka seçeneğinizin olmadığının farkında değil misiniz?! ‘İmkânsızın başladığı yerde görev biter’ diyen siz değil misiniz? Şimdi görevinizi yerine getirmeyi engelleyen nedir? Ve biz hemen hemen hiçbir risk olmadığına emin olduğumuzu söylediğimiz halde insan hayatını kurtarmak uğruna risk almak sizin göreviniz değil midir?! Kararınızı verin sevgili hocam!”

Bu unutulmaz günün akşamında, 6 Temmuz 1885 yılında, Pastör'ün laboratuvarında bir insana kuduz aşısının ilk enjeksiyonu yapıldı. Doktor Tranche, küçük Meister'in cilt altına bir kaç damla zayıflatılmış kuduz zehri içeren emülsiyon enjekte etti. Enjeksiyonlar her gün yapılıyor ve hasta çocuk her gün biraz daha güçlü doz alıyordu.

Altıncı günde Pastör, damadına şunları yazdı:

“Her şey iyi gidiyor, çocuk iyi uyuyor, iyi bir iştahı var, enjekte edilen emülsiyon ertesi gün iz bırakmadan çözümleniyor.”

Yedinci günde enjeksiyonun yerinde gittikçe büyüyen ve çok ağrılı, pembe bir leke belirdi; daha sonra bu leke kayboldu. Bazen Joseph her zamankinden daha fazla huzursuz oluyordu ama sonra bu huzursuzluk geçiyor, çocuk École Normal'in avlusunda neşeyle koşuşturuyor, misafirperver ev sahipleri tarafından ikram edilen tüm kahvaltıları, öğlen ve akşam yemeklerini büyük bir iştahla yiyordu. Joseph'in annesinin neşesi yerine gelmişti. Her seferinde Pastör'ü uzaktan bile gördüğünde duygulanıp ağlıyordu.

Peki ya Pastör? Bu günlerde onun ruh hali nasıldı? Şüpheleri içini kemiriyor, geceleri neredeyse hiç uyumuyor, umudun yerini korku alıyor, sevinçli anları ümitsizlik saatleri ile yer değişiyordu. Bir tek Madam Pastör; en yakın arkadaşı, en sadık yardımcısı biliyordu onun bu zaferi ne pahasına elde ettiğini. Kocasının zafer çalacağına dair zerre kadar şüphesi yoktu Marie Pastör'ün. Peki bu, onun görkemli kocasına neye mal olacaktı?!

O günlerde çocuklarına şöyle yazdı:

“Sevgili çocuklar, babanız bir uykusuz gece daha geçirdi. Tedavinin son aşamasında küçücük çocuğa zehirin tam dozunun aşılanması gerekeceği fikrine bir türlü alışamıyor…”

On gün sonra, Temmuz ayının 16'sında, Joseph Meister'e son on ikinci aşı yapıldı. Bu saf emülsiyon, bir tavşanı öldürecek, sağlıklı bir köpeği deliye çevirecek güçteydi ve bir insanı ise kuduz yapabilirdi.

 Ama Joseph Meister için bu emülsiyon hayat kurtarıcı olacaktı. Dahası onun sonsuza kadar kuduza karşı bağışıklık kazanmasını sağlaması gerekiyordu.

Gerekiyordu... Peki ya öyle olacak mıydı? Pastör'e işkence eden, o gece gözünü bile kırpmasına engel olan, halüsinasyon görmesine ve olmayan bir kalabalığın korkunç çığlıklarını duymaya kadar götüren soru buydu işte. Aklında bütün bu “artıları” ve “eksileri” tartarken kendine rakiplerinden biriymiş gibi: “Sen ki bir doktor değilsin, bir insanı tedavi etmeye ne hakkın var?!” diye sorduğunda, birdenbire tüm açıklığı ile çocuğun ölebileceğini anladı. Belki de artık çoktan ölmüştü bile…

Koltuktan fırladığı gibi sağlam olan eline sopasını aldı, ceketinin üzerine geniş bir pelerin attı, bitişik odada uyuyan eşini uyandırmamaya özen göstererek yavaşça merdivenlerden indi ve avluyu geçerek laboratuvar binasına gitti.

Genç hasta için geçici olarak yatak odasına dönüştürülmüş odanın bir köşesinde, yatağın yanında bir kadın oturuyordu. Bu kadın Joseph'in annesiydi. Kadın açılan kapı sesiyle irkilerek ayağa kalktı. Pastör bacağını sürükleyerek aralarındaki mesafeyi hızlıca kat etti ve endişeyle annenin gözlerinin içine baktı. Annenin gözleri sakin ve hafif uykuluydu. Yalnız o zaman Pastör yatağa bakmaya cesaret edebildi. Çocuk sessizce ve huzurlu bir şekilde uyuyordu.

Pastör sendeledi. Madam Meister korkarak ellerini ona uzattı. Ve Pastör bu uzun on günde ilk kez gülümsedi. Ve ilk defa emin oldu; çocuk kurtulmuştu, o yaşayacaktı!

Annenin elini sıktı. Geldiği gibi sessizce odadan çıktı. Artık emindi. Kazanmıştı.

Kendini uyuduğuna ikna ettiği –tabii ki de uyumuyordu- karısıyla otuz altı yıldır yaptığı gibi düşüncelerini paylaşmak için aceleyle yatak odasına gitti.

Madam Pastör onu dinliyor ve her şeyi anlıyordu. Bu büyük insanın ona anlattığı her şeye inanıyordu. Bir kez onun büyüklüğüne inanmış ve bundan sonra tüm uzun, müşterek hayatları boyunca bir daha asla bundan şüphe duymamıştı. Onun ne yaptığını ve ne düşündüğünü biliyordu. Pastör'ün diktesiyle Bilim Akademisine, daha sonraları Tıp Akademisi'ne raporları, onun fikir ve makalelerini yazar, deneylerin protokollerini derleyip toparlardı. Onun bilgisine, kendine karşı talepkarlığına ve hatta yeni bir fikir üzerinde yoğunlaştığı zamanlarda sık sık onu ve çocuklarını unutması karşısında bile hayranlık duyardı. Böyle günlerde onun laboratuvar hayatında aktif rol almaya çalışır, aile meseleleri ile onu rahatsız etmezdi. Eşi onun gözleri önünde dünyaca ünlü alim olmuş, gözleri önünde Fransız Akademisi'ne seçilmiş, kırk “ölümsüzden” birinin koltuğuna oturmuş, gözleri önünde ihtiyarlamış ve takatten düşmüştü.

Onu dinlerken toprak rengindeki yüzüne ve heyecanla parlayan gözlerine endişeyle bakıyordu.

“Anlayabiliyor musun, Marie,” dedi Pastör. “artık dünyadaki tüm köpeklere kuduz olmamaları için nasıl aşı yapacağımızı düşünmeğe gerek yok! Hatta tüm insanlara bile aşı yapmaya gerek yok. Bundan böyle sadece kuduz hayvanların ısırdığı insanları tedavi edeceğiz…”

Daha sonra sustu ve alçak sesle ekledi:

“Tedavi etmek… Nasıl oldu da Kimya, insan tedavisi için bir yöntem buldu? Tıp değil de Kimya?”

Sadık hayat arkadaşı bir an bile düşünmeden cevap verdi:

“Ah Louis, sen kimyagersin ya! Başka türlü nasıl olabilirdi ki?..”

 

 BİR İNSAN YETİŞİYOR…

 

“Bu kimyager, iyi ki ressam olmamış, aksi takdirde tehlikeli bir rakip edinmiş olurduk.”

                                                        Gérôme

 

Barba pansiyonunda öz evlat muamelesi görmesine rağmen on altı yaşındaki Louis kendini burada çok yabancı hissediyordu. Sabahları bedenini saran garip bir kırgınlıktan yakınıyor, akşamları ise başlayan güçlü baş ağrıları yakasını bırakmıyordu. Bir de şu ev hasreti yok muydu… Acaba evini özlediği için mi hastalanıyordu, yoksa kendini hasta hissettiği için miydi çektiği bu özlem, bilemiyordu. Canını sıkan bu sorulara nihayet bir cevap buldu Lui; o artık Paris’te kalamazdı. Bu gün değilse yarın Arbua’ya geri dönmeliydi. Ancak böyle kurtulacağını düşünüyordu sıkıntılarından Lui.

 Lui’den hüzünlü mektuplar almaya alışkın olmayan babası, oğlunun son yazdığı mektubunu okuduğunda Lui’yi almaya karar verdi ve Paris’e doğru yola çıktı. Lui babasını görür görmez direk şunu söyledi:

“İzin ver de evimize geri döneyim baba.”

“Ben de zaten seni almaya gelmiştim oğlum,” diye  kısaca yanıtladı babası Lui’yi.

Pastörler, Arbois şehrine çok da uzak olmayan, Cuisance nehri üzerindeki terk edilmiş köprünün yakınlarında bir yerde oturuyorlardı. Jean-Joseph Pastör burada, avlusunda deri imalatı için hendekler kazılmış küçücük bir ev kiralamıştı. Eski bir Napolyon askeri olan Jean-Joseph, serf kölesi atalarının yolundan giderek hayatına derici olarak devam etmiş, çalışkanlığı, dürüstlüğü ve öğrenmeye olan merakı sayesinde maddi durumu iyi sayılabilecek bir düzeye ulaşabilmişti.

Louis, babasının tabakhanesinin alışkın olduğu kokusunu içine çektiğinde kendini çok mutlu hissetti. Artık özlemi bitmiş, hastalığı da neredeyse yok olmuştu. Louis'ye çok düşkün olan annesi ve ablaları da döndüğü için en az onun kadar mutluydular. Bir tek babası, oğlunun geleceğinden endişe duyuyordu. Bazen Jean-Joseph, başkalarının sözüne uyup da Louis'yi Paris'e gönderdiği için kendini suçlar, bazen de bu denemenin beklenen sonuçları vermediğinden dolayı pişmanlık duyardı.

Hem anne, hem de baba tek oğullarını bilim adamı yapmayı hayal ediyorlardı. İtiraf etmek gerekirse, Louis'nin bu beklentilerini karşılayacağını düşünmek için hiçbir sebepleri yoktu. Çocuk hem ilkokulda hem de Arbois'deki kolejinde gereken gayreti gösteriyordu, ne var ki bir tek çizime ilgi gösteriyor olmasının dışında olağanüstü yetenekleri yoktu.

Resim çizmeyi büyük bir tutkuyla seviyor, kendini buna kaptırıyordu. Bu, onun karakterinin önemli özelliklerinden birisiydi: Bir şeyi sevdiyse, özveriyle, tüm ruhuyla sever, zihninde ve kalbinde başka hiçbir şeye yer bırakmazdı.

İlk başta çizimleri baba evindeki asılı resimlerin kopyalarını yapmakla sınırlıydı. Sonra hafızasında olanları çizmeye başladı ve en sonunda karakalemi ve yaptığı kopyaları bırakarak annesinin pastel boyalı portresini çizmeğe karar verdi. Onun bu ilk özgün portre çalışması, on iki yaşındaki ressamın sıra dışı yeteneğinin bir göstergesiydi.

Arkadaşları onu “Ressam” olarak nitelendirmiş, Arbois sakinleri bir sanatçı geleceğinin olduğunu öngörüyor, kız kardeşleri çizim ve portreleri ile gurur duyuyorlardı. Bir tek onu günün birinde öğretmen, sonraları da -kim bilir!- belki de bir kolej müdürü olarak görmek isteyen babasının gururu, Louis'nin bilime hiç bir ilgi göstermemesinden dolayı inciniyordu.

Pastörlerin samimi ailesi, Louis doğduktan kısa süre sonra ailenin reisi, hanımı, oğlu ve dört kızıyla Arbois'ye taşınmış ve artık bir kaç yıldır burada yaşıyorlardı. Oğulları 27 Aralık 1822 yılında Dole ilçesinde doğmuş, ancak kendini bildi bileli tüm çocukluğunu Arbois'de geçirdiği için bu şehri doğum yeri olarak bellemişti. Arbois'nin çevresini, küçük ama hızlı akan Kyuzians nehrini, onun renkli kıyısında basit manzara resimleri çizmeyi, ruh ikizi olan arkadaşı Jules Versel'le balık tutmayı seviyordu. Akşamlarıysa babası onu okul ödevlerini tekrarlamasına ikna etmeye çalışırken evden mahalle çocuklarının yanına kaçabilmek için her türlü bahaneyi üretiyordu.

Ve nasıl olduysa aniden, Louis okumaya merak sardı! Karakalem ve pastel boyalar bir kenara atılmış, balıkçı ağı Jules Versel'e hediye edilmişti. Mahalle çocukları boşuna onu ıslıkla sokağa çağırmaya çalışıyorlardı. Kolejdeki öğretmenler hayretler içerisindeydi; küçük Pastör'e neler oluyordu?

Ne mi oluyordu? Bundan sonraki hayatında da her zaman yaptığı gibi, bir kere kitapları sevdikten sonra başka hiçbir şeyle ilgilenemiyordu; buna ne enerjisi ne de gücü kalıyordu. Okuma merakı Louis'yi gelecekte onun için anayol olan bilim yoluna itmeye sebep olmuştu. Her şeyi öğrenme merakı okudukça daha da çoğalıyordu. Öyle ki kısa sürede başarıda akranlarını yakalamış, kısa bir süre sonra ise onları çok geride bırakmıştı.

Bir akşam Pastör’lerin evinde Louis'nin babası ve Arbois Koleji yöneticisi Romane arasında önemli bir konuşma yapıldı:

“Biz hepimiz, sizin oğlunuzu hafife almışız, Sevgili Joseph,” diyerek Romane söze başladı. “Oğlan her gün daha fazla başarı elde ediyor ve en önemlisi yüzeysel bilgilerle sınırlı kalmayı sevmiyor. Öğrendiği her şey onda derin bir iz bırakıyor; her şeyin nedenini bulmaya, konunun köküne inmeye çalışıyor. Bir şeyler anlatıyorsa konuyla ilgili tüm bilgiye sahiptir ve konumunu değiştiremezsiniz. Tutkusu, her şeyi öğrenmek ve kontrol etmek isteği bir bilim adamına has özelliklerdir. Sevgili Pastör, onun için bir öğretmen kariyeri hayal etmekten vazgeçin, o çok daha fazlasını yapabilir.”

Gerçek bir neden olmadan kimseye övgü yağdırma eğilimi olmayan filozof Romane’nin sözlerinden şaşırmış Joseph Pastör, itiraz etmeye çalıştı:

“Yapabileceğimiz ile yetinmek varken, erişilmez olan için neden çaba sarf edelim ki? Bilim adamı olmak eğitim gerektiriyor. Siz ise bizim mali durumumuzdan haberdarsınız dostum.”

“Haklısınız. İlk olarak Louis'nin yükseköğrenim yapmayı düşünmesi gerekir. Paris'deki École Normale'i kast ediyorum. Tabiiki bazı masraflar gerekecektir, ama bir şeyler düşünürüz.”

Konuşmaya, yıllık tatillerini Arbois'da geçiren ve Pastör ailesi ile ahbaplık yapan Kaptan Barbier de müdahale etti:

“Paris hayatında Louis'ye yardımcı olabileceğimi düşünüyorum ve bu yüzden bu size o kadar da pahalıya mal olmayacaktır. Latin mahallesinde buraların yerlisi olan Barba isimli birisinin pansiyonu bulunuyor. Rica etsem hemşerisinden daha az ücret almakla mutlu olur diye düşünüyorum. Eğitime gelince, pansiyon sakinleri eğitimlerini Saint-Louis Lisesinde alarak École Normale'in sınavlarına mükemmel bir şekilde hazırlanmış oluyorlar.”

Joseph Pastör üzülse mi, sevinse mi, karar veremiyordu. Bir taraftan Romane gibi bir arkadaşın tavsiyelerini kulak ardı edemiyor, kaptanın oğluna olan hoşgörüsünden dolayı duygulanıyordu. Diğer taraftan on altı yaşındaki Louis'yi annesi ve kız kardeşlerinden, alıştığı ortamdan, ailesinin sıcak kucağından ayırarak hareketli, çılgın, bilinmedik Paris'e göndereceğine nasıl karar vereceğini bilemiyordu. Ailesine çok bağlı olan oğlu kendini onlardan uzakta nasıl hissedecekti?

Oğlunun geleceği ile ilgili endişesi ve sağduyusu ona kalbinin sesini dinlememesini sağladı ve Joseph Pastör, kararını verdi. Louis'nin en iyi arkadaşı olan Jules Versel’in de kendi oğullarıyla aynı zamanda Paris'e gideceği haberi anne ve babanın endişelerini az da olsa yatıştırdı.

 Çocuklar 1838 yılı Ekim ayının sonunda yola koyuldular. Jules Versel içtenlikle seviniyor, Louis Pastör ise alışması gerekecek yeni yerler ve yeni insanları düşündükçe rahatsız oluyordu. Artık kaderi çizilmişti: Barba Pansiyonunda onu bekleyen bir hayat vardı. Önce lisede sınavlara hazırlanacak, daha sonraysa Arbois Kolejinin en iyi öğrencilerinin en iddialı hayallerinin konusu olan École Normale.

…Ve bütün hayaller yıkıldı. Paris hayatına dayanamayan Louis eve geri döndü. Babası bu olaydan mutlu olup olamayacağına karar veremedi.

 Louis, eğitimini yarıda bırakmayı düşünmüyordu. Eğitimini tamamlayabileceği Franche-Comté College'-nin bulunduğu Besancon'la Arbois arasındaki mesafe elli kilometreydi. Oraya gitmeye karar verdi.

Şimdiye kadar Arbois Kolejindeki eğitimini tamamlarken arkadaş ve tanıdıklarının bir sürü resmini yapma fırsatı olmuştu. Artık daha az tutkuyla, ama daha fazla sorumlulukla çiziyordu. Bir sonraki resmi bir öncekinden daha iyi oluyordu. Her neyse babasının arkadaşları ve danışmanları yeniden harekete geçerek böyle bir yeteneğin toprağa gömülmesinin bir suç olduğunu, genç adamın isteği olmayan bir şeyi yapmaya zorlanmasının doğru bir şey olmadığını söylemeye başladılar. Bu yeteneği, portre yapabilme konusunda o kadar barizdi ki bir süreliğine unutulmuş olan “Ressam” takma adı yeniden ona yapıştı.

Portrelerden bakanların gözleri o kadar canlı, benzerlikler o kadar barizdi ki, sadece portresi çizilenler değil, çizimleri görenler de hayranlık duyuyordu. İşte Gedo baba, komşu şarapçı, Beranje’nin tüm şiirlerini ezbere bilen yetmiş yaşındaki ihtiyar... Kırışık yüzündeki ağzına bakarken sanki Gedo baba hafifçe gülümseyerek dudaklarını aralayacak ve sevdiği şairin sözleri ile konuşmaya başlayacak gibi duruyor. Erken ölüme mahkûm olan birisinin gözleriyle bakan hüzünlü, hastalıklı yüzlü, kadife takım elbiseli erkek çocuk... Kaskatı yüzünden kendine ve topluma karşı yüksek standartlar belirlediği okunan beyaz elbiseli kadın... Tanıdık Roche ailesinin grup portresi... Seksen yaşındaki ihtiyar rahibe…  Canlı ve mazide kalan bir sürü diğer yüz...

Louis yorulmadan ve durmadan çiziyordu. O kadar hızlanmıştı ki, Besancon'a vardığında durması ve bilime geçiş yapması biraz zaman almıştı. Franche-Comté College'ne kaydını yaptırdıktan sonra yaptığı ilk iş yeni arkadaşlarından birinin portresini çizmek oldu. Portre o kadar iyiydi ki onu kolejin girişinde sergilemeye başladılar. Bu onur verici olaydan ve bir sürü övgüden sonra Louis aniden ve bu sefer bir daha dönmemek üzere çizmeyi bıraktı ve tüm düşünceleriyle bilime yöneldi.

Kendi kendine şöyle dedi:

 “Kolejin en iyi öğrencisi olmayı, on bin böyle övgüye tercih ederim, çünkü tüm bunlar beni École Normale'e bir adım bile yaklaştırmıyor.”

Demek ki École Normale? Demek böyle! Yeniden Paris, yeniden ev özlemi ve etrafta bir sürü tanımadık yabancı yüz… İçten içe gülümsedi Pastör. Bu sefer kaçmayacaktı, bu sefer kendi hislerine yenilmeyecek, yüksek eğitimini bitirecek ve kendini bilime adayacaktı.

Peki hangisine? Bunu henüz bilmiyordu. Zaman gösterecekti.

Zamansa bu arada hiç de ondan umulanı göstermiyordu…

Güzel konuşma yeteneği olan, öğrencilerinin düşüncelerinin yönetebilir olmasıyla gurur duyan genç bir üniversite öğretmeninden dinliyordu Pastör felsefeyi. Fen bilimlerini ise tam tersi, coşkudan mahrum, yeni neslin aşırı merakından rahatsız olan ihtiyar bir öğretmen anlatıyordu. Bu öğretmen derslerde kendini unutarak onu en beklenmedik soru yağmuruna tutan Pastör'ü bir kaç kere öfkeyle durdurmuştu:

– Bana bakın Pastör, galiba sizin beni sonsuz sorguya çekmek değil de benim size soru sormam gerektiği gerçeğini unutuyorsunuz!

Bütün bunlara bakmayarak sosyal bilimler lisans sınavlarında Louis felsefeden “İyi” notu alırken, Fen Bilimlerden “Pekiyi” almayı başarmıştı. Halbuki, onun ilk öğretmeni ve danışmanı sayın Romane onun bir filozof olmasını umuyordu!.. Aslına bakarsan Sayın Romane'nin onayını hak etmiyordu bile. Diğer derslerden notları “Orta” idi ve dürüst olmak gerekirse, sınavlardaki performansı pek de parlak değildi.

Evet, zaman hiç de ondan bekleneni göstermiyordu… Bir yıl sonra Besancon’da personel dışı öğretmenlik yapan Louis Pastör Matematik Bilimleri Lisansı üzerine sınava girdiği zaman Kimyadan “Orta” notu aldı. Tam da bu aralar Kimyaya belirgin ilgi duymaya başlamıştı.

Besancon'dan kimyaya karşı bir tutku, kendini bilime adamak kararı ve yeni bir arkadaş; Charles Chapuis ile ayrıldı. Bu arkadaşı ile 1842 yılının sonbahar döneminde Paris'e geldi.

Paris'te onu Barba pansiyonu bekliyordu. Bu pansiyonda o, École Normale sınavlarına hazırlanmak ve tüm sınavlardan eşit derecede iyi not almak için tam bir yılını geçirecekti. Sınavlarına çalışırken bir taraftan da öğretmenliğe devam ediyordu ve bununla pansiyon sahibine öyle faydası dokunmuştu ki Bay Barba onu kira ücretinden azat bile etti.

Paris'te hayat dopdoluydu. Üzüntü ve can sıkıntısına yer kalmıyordu. Ama ne yazık ki dört yıl öncesinde buradan utanç verici kaçışını hatırlatan baş ağrıları yeniden başlamıştı. Neyse ki bu sefer yanında her zaman tetikte olan ve ona sağlığına zarar verecek kadar aşırı çalışmasına izin vermeyen sevgi dolu bir dost vardı ve her zaman dikkatli gözleri onun üzerindeydi. Bunu yapmasını Chapuis’den Louis'nin anne ve babası rica etmişlerdi. Tabiî ki oğullarının bundan haberi yoktu. Böylece Chapuis'den Louis'nin dersleri ve hayatı ile ilgili haberleri alabiliyorlardı. Bu haberlerin iyi olması onları sevindirmiş, artık evlatlarının bilim adamı yolunda ilerlediğine kuşkusuzca inanmışlardı.

École Normale, öğretmenlik ve profesörlük kariyerine açılan bir kapıydı; fakat burayı kazanmak hiç de kolay değildi. Giriş sınavlarına hazırlanırken Pastör dersleri Saint-Louis Lisesi ve Sorbonne'da dinler, boş kalan zamanlarında kütüphanede çalışırdı. Sorbonne'da ilk dersini ünlü bir kimyager, büyük bilim adamı, parlak bir öğretim üyesi olan Jean-Baptiste Dumas'dan dinlemişti. Hem öğretmen, hem ders, hem de kocaman üniversite salonunda oluşan insan izdihamı genç adamda tarifsiz bir izlenim bırakmıştı. Hemen sevgili anne ve babasına geleceğe dair parlak planlarını paylaştığı coşkulu bir mektup yazmıştı.

 O günden itibaren kimya, aklında ve kalbinde ilk sırayı kaplamıştı. Bilime tüm zamanını ve gücünü vererek bütünüyle dalmıştı. Pastör'ün kendi sözleri ile söylersek, Dumas'nın ders anlattığı kürsünün dibinde gerçek bir bilim adamı coşkusunu yakalamıştı.

 Saint-Louis Lisesinden derece ile mezun olmuş, 1843 yılının sonunda École Normale'e sıralamada dördüncü olarak kabul edilmişti.

Şimdi ikinci ünlü bir kimyagerden ders alma fırsatı olmuştu: École Normale'de brom elementini bulmasıyla ünlenmiş Profesör Balard ders veriyordu. Ama doğası gereği aktif birisi olan Pastör sadece ders dinlemekle yetinemezdi. Bilime daha yakın olmayı arzu ediyor, çalışabilme isteği ile yanıp tutuşuyor, laboratuvar çalışanlarının bir sürü kötü kokulu maddeyi, tozları, kristalleri tartmasını, oradan oraya dökmesini, karıştırmasını ve her türlü farklı manipülasyon yapmasını sakinlikle izleyemiyordu. Artık o zamanlar bile her şeyi kendisi yapmak istiyor, deneylerin görünürlüğü onu büyülüyordu. Çok düşünmeden deney yapan Dumas-Barruel'le gönüllü olarak çalışmaya başladı. Hafta sonları ve tatillerini burada geçiriyordu. Ek olarak mineraloji derslerini kendi kristallerinden başka diğer her şeye kayıtsız, dikkat eksikliği olan eksantrik profesör Delafosse'dan dinliyor, Fizik, Matematik ve birçok diğer derslere katılıyordu. Barba pansiyonunda ders çalışmadığı zamanlarını École Normale kütüphanesinde çok sayıda bilimsel makale ve kitap okuyarak geçiriyordu.

Aslında boş zamanı yok denecek kadar azdı ve nadir zamanlarda görüşebildiği Chapuis'ye pratik deneylere zamanı kalmadığından şikayet ederdi. Saf fosfor elde etmek için yaptığı çalışmaya başlamak için sabahın üçünde uyanır, saat dörtte laboratuvar tezgâhının başında olurdu.

Buna cevap olarak Chapuis,

 “Ama ille de böyle olması gerekmiyor ki!” dedi, “Kimya dersini gördüğün zaman fosforun elde edilmesi usulünü teorik olarak öğrenmen yeterlidir.”

“Ah neden bir kimyager değilsin ki!” dedi Pastör. “O zaman bu tür sorular sormaz, tüm günümüzü birlikte laboratuvarda geçirirdik…”

Sonunda amacına ulaşmış ve laboratuvarda fosfor elde etme prosedürünü tamamlayarak öğütülmüş ve yakılmış kemikten bu elementin altmış gramını elde etmeyi başardığı zaman büyük gurur hissi duymuştu. Bu süreçte ne kokular duymuş, ne işlemler yapmıştı. Kutunun üzerindeki etikette gururla “Fosfor” yazarken eli yorgunluktan titriyor, harfler eğri büğrü oluyordu. Barruel'in takdirini kazanmıştı. Bu onun önemli bir bilim adamından duyduğu ilk övgü, ders hayatının ilk aylarında kazandığı ilk başarı idi.

Bu günlerde gözyaşlarını saklamaya çalışarak Chapuis'ye, “Kimyager olmak ne kadar güzel bir şey! Ve ne mutlu bana ki bir kimyager olacağım!” demişti.

Şimdi Pastör, École Normale'i kısa sürede bitirerek kimya ile ilgili bağımsız araştırmalar yapmanın hayallerini kuruyordu. Kütüphanede geçirilen saatler boşuna gitmemişti. Her şeyi sorgulamaya alışmış beyninde ilk zamanlarını adayabileceği bir konu belirmişti: Aynı kimyasal bileşenleri olan maddeler neden farklı özellikler gösterebiliyorlardı?

Yeni şeyler keşfetmek istiyordu, ama bunun için ilk önce sınavlardan kurtulması gerekiyordu. Sınavları Besancon'dakilerden farklı geçmiyordu. Bir konu üzerine odaklanmak onu diğer her şeye zaman sarf etmekten alıkoyuyordu. Böylece fizik bilimleri yardımcı doçent sınavlarını verdi. Bilim komitesi, deneme dersini dinledikten sonra oybirliği ile karar verdi: Bu tutkulu genç adam çok iyi bir öğretmen olacaktı. Ve birkaç ay sonra École Normale'den mezun olarak yükseköğretim kurumlarında öğretmenlik yapma hakkını aldığında onun Tournon şehrinin lisesine Fizik öğretmeni olarak tayini için kimse tereddüt etmemişti.

Pastör şaşkındı. O böyle bir kariyer hayal etmemişti; ders verebilmek sadece kendi izlenimlerini öğrencilerine anlatmak için dikkatini çekebilirdi. Kendini gerçekten ait hissettiği laboratuvarından ayrılmaya hiç niyeti yoktu. Herhangi bir kimya laboratuvarında sıradan bir öğretmen olmayı fizik doçenti olmaya tercih ederdi.

Bu sefer şansı yaver gitmişti. Herhangi bir laboratuvarda değil, hayal etmeye bile cesaret edemediği bir laboratuvarda, Profesör Balard'ın yanında çalışmaya başlamıştı.

Bu utangaç görünümlü, yanan gri gözlerle bakan ciddi, çalışkan genç adamda geleceğin bilim adamını ilk olarak Balard keşfetti. Büyük çalışma kapasitesi ve konsantrasyon yeteneği yirmi dört yaşındaki birisinde ender bulunan özelliklerdendi. Balard bu özellikleri ihmal etmemeye karar verdi. Eğitim Bakanlığına giderek düşüncelerini yüksek sesle dile getirdi ve genç doçenti kendi laboratuvarında asistan olarak göreve alacağını bildirdi. Onu Paris'ten ayırmak çılgınlık olurdu. École Normale'den uzak herhangi bir yerde profesör poziysonunda çalışsa bile buradaki kadar faydalı olamayacaktı. Burada kalırsa, Balarad'ın liderliği altında tezinin üzerinde çalışacak ve göreceksiniz, kendini gösterecekti! Balard savunmasını şöyle tamamlamıştı:

“Tam da burada, okuduğu ve kendi yolunu bulmaya başladığı bir yerde, bizim yönetimimiz altında sonuna kadar gelişmesi gerekiyor. Daha sonra bir bilim adamı olarak kendi yoluna gitmesi gerektiği zaman istediğiniz yere profesör olarak atayabilirsiniz.”

 Son argüman bakanı ikna etmiş, Balard'ın isteği yerine getirilmişti. Pastör, Balard gibi muhteşem birisinin yönetimi altında çalışma fırsatı bulduğu için çok mutluydu.

Yirmi beş yaşındayken sıradan bir il eczanesinin arka odasında Brom elementini keşfederek ünlü olan Balard, Paris'te profesör unvanı almış ve bundan sonraki hayatını başkalarının keşiflerine adamıştı. Bu adam hırs ve bencillik gibi hislerden tamamen yoksundu. Onun için en doğal şey, bilgi ve düşüncelerini genç öğrencileri ile paylaşmaktı. Bunu cömertçe ve hiçbir minnet hissi beklemeden yapıyordu.

Pastör'ü kazanan Balard, kendini ve laboratuvarını onun emrine bıraktı; ayrıca Pastör'e Profesör Auguste Laurent'la çalışabilme fırsatı da tanıdı.

 O zamanlar Auguste Laurent Dumas'nın Değişim Teorisini bilimsel olarak kanıtlamış olduktan sonra Bilimler Akademisi üyesi olarak seçilmişti. Bu teori kimyasal maddelere, bir unsuru diğeriyle değiştirilerek yapısı değişmeyen moleküler yapılar gibi bakmayı mümkün kılıyordu. Pastör bunu, “Sanki taş taş ardına çıkarılarak, eski bir duvar yenisi ile değiştiriliyordu.” diye anlatıyordu:

Auguste Laurent Balard'ın laboratuvarında bazı teorik kanıtlamalar için çalışmalar başlatmayı amaçlıyordu ve işin içinde Pastör de görev alıyordu. Pastör o zamanlar Besancon'da felsefe hocası olarak çalışan Chapuis'ye şöyle yazmıştı:

 “Bu çalışma bir yayınla sonuçlanmasa bile bu kadar deneyimli bir kimyagerle birkaç ay çalışarak ne kadar bilgi edinmiş olacağımı hayal edebiliyor musun?”

Fakat Laurent'le çalışmalarını yarıda bırakmak zorunda kaldılar. Genç Profesör Sorbonne'a Dumas'ın başkan yardımcısı olarak atanmıştı. Yine de Pastör ondan bir şeyler öğrenmeyi başarmıştı.

 Örneğin bir keresinde Laurent onun dikkatini şuna çekmişti: Dış görünümüne göre tamamen temiz görünen sodyum tuzu, mikroskop altında incelendiği zaman bir birinden tam farklı üç tür kristalden oluşuyordu. Bu farkı kristalleri az veya çok ayırt etmeyi bilen birisi bile görebilirdi. Bu Pastör'e kütüphanedeki “oturma” dönemlerindeki düşüncelerinde kararlılık kazandırmaya yardımcı oldu: Kimyasal olayları öğrenmek için kristallerin şeklinin büyük önemi vardı. Birçok kimyager, konularıyla bu kadar yakından ilgili iki bilim olan Fizik ve Kristalografiyi boşuna ihmal ediyorlardı.

23 ağustos 1847 yılında Louis Pastör hem Kimya hem de Fizik dalında doktora tezini savundu ve Profesör unvanı aldı. Yirmi beş yaşındaki duygusal bilim adamı her iki tezini de anne ve babasına adamıştı. Profesör unvanı aldığına dair eve yazdığı mektubuna cevap geldiğinde babasının mütevazılığı ve alçakgönüllülüğü karşısında duygulanıp ağlamıştı.

 Mektupların birinde babası şöyle yazıyordu:

 “Bunu hiç beklemiyordum, sen öğretmen olduğunda ben artık tatmin olmuştum…”

 Diğer mektubunda ise şu satırları yazmıştı:

“Hedefinden şaşmamakla çok doğru yapıyorsun. Benim itirazlarım seni çok sevdiğim içindi. Böylesine zor bir hayata dayanamayacağından endişeleniyordum…”

Oysa bu hayata dayanabiliyordu. Bilgilere doymak bilmeyen zekâsı, yaptığı çalışmalardan ilham alıyordu. Bu yüksek ruh hali ona tüm hastalıklarını unutturmaya yetiyordu. Gerçi bu dönemlerinde rahatsızlıkları da ona pek uğramaz olmuştu.

Fizik tezinin konusu “Sıvıların polarizasyon düzlemini değiştirebilen özellikleri ile ilgili olayların incelenmesi” idi. Bu bir rastlantı değildi. Bu, maddelerin kristal formları ile kimyasal yapıları arasındaki bağlantıyı araştıracak bir çalışmanın başlangıcı idi.

Sonunda kendini tamamen bilime adamayı başarmıştı. Olağanüstü bir hızla ve büyük bir dakiklikle ilk araştırmasını yapmış ve bununla ilgili ailesine şöyle yazmıştı:

 “Son derece mutluyum. Çok yakında kristalografiyle ilgili ilk çalışmamı yayınlamayı umuyorum.”

Kristalleştirme rejimine bağlı olarak farklı şekillerde kristalleşebilen maddeler vardı. Örneğin Kükürt, yüksek sıcaklıkta eritildiği zaman iğne şeklinde, karbonda çözeltildiği zaman ise eşkenar dörtgen şeklinde kristaller oluşturuyordu. Bu yüzden Kükürt, tüm benzerleri gibi dimorf madde olarak adlandırılıyordu.

Pastör bu gibi maddelerin tam listesini hazırlamayı üstlendi. Bu ona göre değildi ki onların doğadaki sayısı ile ilgileniyordu. İlerde neden bazı maddelerde bu dönüşümler oluşurken diğer maddelerin herhangi kristallenme koşulları olursa olsun, kalıcı kristal formlarını koruduklarını araştırmak istiyordu. Başka bir deyimle, bu olaylarla molekülün yapısı, kimyasal ve fiziki özellikleri arasında ne gibi ilişki olduğunu öğrenmek istiyordu.

Bu onu bir dizi saygıdeğer bilim adamına karşı vereceği savaş platformuna bir adım daha yaklaştıracaktı.

Çalışma 1848 yılının Mart ayında tamamlanmıştı ve 20 Mart tarihinde Pastör artık Paris Bilimler Akademisi'nde “Dimorfizmin Araştırılması” makalesinden alıntıları anlatıyordu.

1848 yılının Mart ayı… Laboratuvarda sokaktan seslenen “vatan”, “devrim” gibi sözcükler duyulmaya başlamıştı. Bu Pastör'ü heyecanlandırıyor, vatansever duygularının baş kaldırmasına neden oluyordu. Cumhuriyet’in ne olduğu hakkında net bir fikri yoktu, onun için bu asil, “kardeşçe” bir şeydi. Siyasi yaşamdan uzak, laboratuvarında çalışmalarında kaybolmuş, 1848 yılı burjuva devriminin karakteri, devrimin amaç ve hedefleri hakkında hiçbir fikre sahip değildi. Bilimler Akademisindeki anlatımından sonra oradan çıkan mutlu Pastör, Pantheon meydanına geldiğinde buradaki alelacele yapılmış stantlardan birinin yanında bir kalabalığa rastladı. Durdu ve renkli yazıyı okudu: “Anavatan mihrabı.” Burada devrim ihtiyaçları için para toplanıyordu. Heyecanlanmış Pastör koşarak evine gitti, tüm birikimi olan 150 Frank’ı aldı ve aynı yoldan geri döndü. Bu bağışı “Anavatan mihrabı”na bırakan Pastör kendini Cumhuriyet’in bir vatandaşı hissetti ve bu muhteşem olaydan uzak kalmamak için başka bir şeyler yapması gerektiğine de karar verdi.

Sonuç olarak Milli Orduya yazıldı ve adetine sadık kalarak eve bir mektup yazdı:

 “Size Orlean tren istasyonunun postanesinden yazıyorum. Burada Milli Orduda hizmet ediyorum… Bu Şubat günlerinde Paris'te olduğum ve halen de burada bulunduğum için çok mutluyum. Paris'i terk etmek benim için çok zor olurdu. Gözümüzün önünde başkaldıran muhteşem olaylardan büyük dersler çıkarmamız gerekiyor... Gerekirse, Cumhuriyet’in kutsal davası uğruna kahramanca mücadele edeceğim.”

Bu şok da uzun sürmedi. Ya Pastör Milli Ordu askeri olarak pek faydalı olmadığını anlamış, ya da laboratuvarı olmadan yaşayamayacağını düşünmüş olmalıydı ki, kısa bir süre sonra yeniden École Normale'e kapanıp bütün gününü ve gecelerini kristalleri üzerinden çalışarak geçirmeye başlamıştı.


 VE DOĞANIN SIRLARINA DALIYOR

 “Dokunduğu her şeyi aydınlatıyor…”

                                                Biot

Bilinmeyeni öğrenmek, yeni yollar açmak, çözülmesi mümkün görünmeyen sorunları çözmek Pastör'ün özelliklerindendi. Bu karanlık ve belirsiz sorularla o, sanki hep bilerek karşılaşıyordu. École Normale Kütüphanesi olsun, sanayici Bigot'un fabrikası olsun, Chartres tarlaları veya doğumhane olsun, hayat onu sanki özenle doğanın sırları ile karşılaştırıyordu ki o, bu sırları çözsün. Tabii ki, bu karşılaşmalar çok da tesadüfi karşılaşmalar değildi. Onlara sadece hazırlıklı olan akıllar rastlayabilir; bu sırlar, ancak onlara rastlamak için her şeyi yapan bilim adamlarının yollarına çıkabilirdi.  

Böylece Pastör, kitaplarda bilimin henüz aydınlanamamış gizemli köşelerini ararken, “Paris Bilim Akademisi Haberleri”nde 14 Ekim 1844 tarihinde yayınlanan ünlü Alman kimyager Mitscherlich’in makalesini okudu. Pastör, bu makaleyi o kadar sık okudu ki neredeyse ezberledi. Gerçekten de bu makalede, Pastör gibi insanın dikkatini çekecek çok ilginç bilgiler vardı…

  Minyona Yanovskaya

 
 
YAZAR, ÇEVİRMEN VEYA BAYİ OLARAK
BİZİMLE ÇALIŞMAK İSTER MİSİNİZ?