| ||||||||||||||||||||||
| ||||||||||||||||||||||
Detaylar | ||||||||||||||||||||||
GİRİŞ Sonraları Siyah Muşambayla Kaplanan Yeşil Divan Üzerine Lev Nikolayeviç Tolstoy ‘soru-cevap’ oynamayı sever, ev dergileri çıkarırdı. Evde de canı konuşmaktan çok yazmayı isterdi. Kızı Tatyana’nın soru defteri vardı: Bu defterde, sürekli inşaat halindeki bir evde oturan kocaman bir aile hakkında anket türünden şeyler vardı. Anketin ilk sorusu “Nerede doğdunuz” idi. Lev Nikolayeviç onu şöyle cevaplıyordu: “Yasnaya Polyana’da deri bir divanda.” Bu divan Lev Nikolayeviç’in sonuncu çalışma odasının bir köşesinde şimdi de duruyor. 1828 yılının Ağustos ayında şimdi temeli bile kalmayan başka bir evde, Nikolay İlyiç Tolstoy ve prenses Volkonskaya olarak dünyaya gelen Maria Nikolayevna’nın dördüncü oğlu bu divanda doğdu. Divan o zamanlar, başları yaldızlı çivilerle tutturulan yeşil marokenle kaplıydı. Sekiz ayaklı, üç sandıklıydı, arkalığı yoktu, onun yerine üç yastık vardı; yumuşak, şişkin üç yastık. Divanın yan taraflarında kitap koymak için sürgülü tahtalar vardı. Meşeden yapılmış bu konforlu ev mobilyası evin marangozları tarafından yapılmış olmalıydı. Divan eskiden deri kaplıydı, şimdi ise 1907 yılının Mayıs ayında kaplanan siyah muşambalı. Tolstoy’un evini, düzeni seven, ama eşyaların, sevilen eşyalar dahi olsalar, yapıldıkları zamanki görünümlerinde kalmaları gerektiğini düşünmeyen Sofiya Andreyevna yönetiyordu. Bu deri divan, evdeki tüm eşyaların içinde Lev Nikolayeviç’in en çok sevdiği eşyaydı herhalde. Divan, Lev Nikolayeviç Tolstoy’un, doğumundan ölümüne kadar hayatın içinden geçmek istediği sal olmalıydı. Divanın sandıklarında, Tolstoy’un, kendisine yakın ve çok huzursuz insanların sayfalarını çevirmesini, incelemesini istemediği o el yazmaları dururdu. O divanda Tolstoy’un tüm kardeşleri ve neredeyse tüm evlatları doğdu. Tolstoy’un gidişinin üzerinden elli yıldan daha uzun zaman geçen bu oda hakkında başka ne söylemeli? Masa büyük değil. Bu sandıkları açmam gerekiyordu; sandıkların içinde aletler vardı, kol emeğini seven bir insanın kullandığı marangozluk aletleri. Duvarda fotoğraflar ve Sistine Madonana’nın betimlendiği büyük bir gravür, tam gravürün üstünde, onun bir bölümünü kaplayan, Brokgauz ve Efron’un ansiklopedik sözlüğünün bulunduğu zavallı raflar. Sözlük yıpranmamış, kitapların üstüne Lev Nikolayeviç tarafından koyulan işaretler kurşun kalemle ve incecik çizgilerle yapılmış, çünkü Tolstoy kitapları kötü kullanmaz. Bir de küçük masalar var. Zavallı bir gaz lâmbası ve açık ve koyu renk meşeden yapılma yarı sert koltuklar; çalışma odasında onlardan üç tane var. Koltukların birinin alt kısmında küçük bir oyuk ve bir haç işareti; Lev Nikolayeviç tarafından yapılmış olmalı. Koltuğun alt kısmında Lev Nikolayeviç’in Sofiya Andreyevna’ya yazdığı mektup paketi saklanırdı. Zarfın üstünde şunlar yazılıydı: “Özel bir kararım olmazsa, ölümümden sonra S. A.’ya verilsin.” Tolstoy’un karısından sakladığı ‘Şeytan’ın el yazmasının da burada bulunduğu anlaşılıyor. Sofiya Andreyevna 1907 yılında mobilyayı koyu renk muşambayla kaplattığı zaman Lev Nikolayeviç, mektupların bulunduğu gri paketi çıkarıp saklaması için onu kızı Mariya’nın kocası Obolenski’ye verdi. Tolstoy’un ölümünden sonra paket Sofiya Andreyevna’ya verildi. Paketin içinde iki mektup vardı; birini Sofiya Andreyevna yırttı, diğeri kaldı. Kalan mektup Yasnaya Polyana’dan gitme niyeti üzerine idi. Yıpranmış zeminli bu yoksul oda bir şeylerin saklanabileceği köşelerinin olmayışıyla da pek konforlu değil. Bu sonuncu oda Tolstoy’un yaşadığı, oradan kaçtığı oda. Gençliğinde buradan çekip gitmiş olsa bile bu oda onun tüm yaşamıyla ilintili. Buna karşılık sevimsiz bir oda. Bu odada çok eskiden bulunmuş bir yazar, odadaki eşyaların; sadık, ama istenmeyen, artık sahibine gerekmediği için ölmek isteyen bir köpek gibi göründüklerini söylüyordu. Sofiya Andreyevna’nın Elli Yıl Boyunca Yaptırıp Durduğu Ek Yapı Ben bir kılavuz yazmıyorum, Tolstoy’un içinde yaşadığı odaları anmaktan başka bir şey değil yaptığım. Hüzünlü odalar. Çalışma odasının yanında parke döşeli, büyük bir İtalyan penceresi olan ve küçük bir balkona açılan büyük bir oda var. Çeşitli cinsten mobilyalar, iki tane kuyruklu piyano, eski zaman aynaları, tarihleri doğru düzgün okunamayan değersiz portreler, köle ustaların çalışanlarını betimleyen pomeşçik işi bir tablo, yanında da Kramskoy’un Lev Nikolayeviç portresi. Sofiya Andreyevna’nın odalarında bomboçkalı karyolalar, çok sayıda küçük fotoğraf, resim ve küçük küçük kutular var; yetmiş yıl kadar önce insanlar böyle yaşarlarmış. Sofiya Andreyevna Tolstoya; 1844 yılında, saray doktoru Andrey Yevstafeviç Bers ve onun karısı, kızlık soyadı İslavina olan Lyubof Aleksandrovna’nın evinde doğmaktan, 1862 yılında Tolstoy’la evlenip ondan çocuklar doğurmaktan, çocuklarının mutluluğu için didinmekten, her zaman Lev Nikolayeviç’in mutluluğu için çırpınmaktan ve onunla mutlu olamamaktan başka hiç bir suçu olmayan kadın, bu odalarda oturur, çalışır, evi çekip çevirir, pişirir, diker, yemek yapılmasını buyurur, üzülür, kıskanır, gelecekte oğullarının yazacağı, kendisinin yazacağı üzerine hayaller kurar, Lev Nikolayeviç Tolstoy’un gençliğinin ve aşkının geri geleceğini hayal ederdi. O, bu evde gerçekliğin elçisiydi, çocukların ‘tüm çocuklar gibi’ yaşaması gerektiğini, paralarının olması gerektiğini, kızların kocaya verilmesi gerektiğini, oğlanların jimnazyumu ve üniversiteyi bitirmeleri gerektiğini hatırlatan bir elçi. Hükümetle tartışmak olmazdı, yoksa sürgün ederlerdi. Tanınmış bir yazar olmak gerekirdi, ‘Anna Karenina’ gibi başka kitaplar yazıp Dostoyevski’nin karısının yaptığı gibi onları kendisinin yayımlaması gerekirdi, ayrıca ‘karanlık’ tuhaf insanların arasında değil, ‘sosyete’nin içinde olmak gerekirdi. O, zamanın sağduyusunun temsilcisi, zamanın boş inançlarının merkeziydi, bir de, kendisinden on altı yaş büyük Tolstoy’un kendisini yarattığı gibiydi. Tolstoy’u acı çekerek, kıskançlıkla, gururla seviyordu. Tolstoy kendisine ait zaaflardan birçoğunu anahtar verir gibi ona vermişti. Sofiya Andreyevna büyük şeyler istiyordu. Kendisi de kitap yazmak istiyordu. İlginç konuklar kabul etmek, piyano çalmak istiyordu. Ama Lev Nikolayeviç piyanoyu da ondan iyi çalıyordu. Oysa o çok meşgul bir kadındı. Yasnaya Polyana olarak adlandırılan çiftlik onun eseriydi, o da çiftliğiyle gurur duyuyordu. Olağanüstü bir hayat vardı. Bütün dünya tarihinin en büyük insanlardan biri, Lev Nikolayeviç, pek çok kez değişiyordu. Karısından pek çok kez soğuyup sonra ona yeniden aşık oluyordu. Lev Nikolayeviç karısı hakkında yazıyor, eski deri divanda, kendisinin doğduğu o divanda oturuşunu hayranlıkla anlatıyordu. Evliliğinin ilk günlerinde giydiği koyu leylâk rengi bir elbise vardı üstünde. Sanki mutluluğu yakalamış gibi geliyordu Lev Nikolayeviç’e. Kimi zaman da ne kendi hayatını bütünüyle düzenleyebilecek, ne de kendi karısını yeni baştan biçimlendirebilecek güçte olmadığı için acı çekiyordu. Gidemiyordu. Sofiya Andreyevna eviyle gurur duyuyordu. Lev Nikolayeviç’in ilk biyografi yazarlarından biri geçtiğimiz yüzyılın sonunda şöyle yazıyordu: “Eskiden dev bir bütünün yalnızca küçük bir parçasını oluşturan şimdinin mütevazı mülkü suni göller ve parkla sonlanıyor. Yangın, içinde bulunduğumuz yüzyılın kırklı yıllarında eski bey evini yok etti, yalnızca ikişer katlı iki ek yapı kaldı ayakta. Birinde, şimdiki mülk sahibi kont Lev Nikolayeviç Tolstoy’un sayısız konuğu kalıyor, öteki ise ona ve ailesine mütevazı bir ev olarak hizmet görüyor. Bu ikinci ek yapıya son on yılda pek çok eklemeler yapıldı, değiştirildi… Ana bina gibi ekler de zarafetten yoksundu… Şimdi bile, simetrinin genel olarak yokluğu, miras kalan eski ile son yılların sade eklemeleri arasındaki sınırları işaret eder.” Ev sahibesi Sofiya Andreyevna buna karşı çıkar, mülk üzerine konuştuğunda haklıdır da. Hiçbir zaman şimdi olduğu kadar büyük olmamıştır. Tersine, Lev Nikolayeviç Tolstoy toprak satın alarak onu büyütmüş ve ek binalar yaptırmıştır.” Sofiya Andreyevna kutsal yuvasının şanını korumayı sürdürür, çünkü onu uğraşıp didinerek kurmuş, içinde tüm hayatını geçirmiştir. Köyün kendisi hoşuna gitmezdi, çünkü sokak feneri yoktu. Kendi kurduğu evi yazın severdi. Kışın da severdi aslında, ama Moskova’dan. Sofiya Andreyevna ev üzerine yazar: “Yasnaya Polyana’da hiçbir zaman yangın çıkmadı. Lev Nikolayeviç’in dedesi Prens Volkonski zamanında taştan iki tane ek yapı yapılmış ve büyük evin temeline başlanmıştı. Kont Nikolay İlyiç Tolstoy, dedenin ölümünden sonra prenses Mariya Volkonski ile evlenince, bir sürü beleşçi, akraba ve çoluk çocuğu saymazsak, yaşlı anne, iki kız kardeş, karısı ve beş çocuktan oluşan kalabalık ailesinin oturduğu büyük ahşap evi aceleyle yaptırmış. Lev Nikolayeviç bir yetişkin olduğunda, yirmi iki-yirmi üç yaşlarındayken (aslında yirmi altı) çok kumar oynardı, büyük olmayan birkaç mülkünü satıp borçlarını yine de ödeyemeyince kız kardeşinin kocası kont Valerian Petroviç Tolstoy’a, evi topraksız olarak satması[1] konusunda bir mektup yazdı. Ev, pomeşçik Gorohov’a satıldı.” Ama onun öncesinde ev bakımsızlıktan harap olmuştu. Lev Nikolayeviç başkasının topraklarında çürüyen evi gözleri yaşararak anardı, gerçi onu gerisin geriye satın almamıştı, çünkü şeyleri sevmezdi. Tolstoy’un lüks yaşantı konusunda kendisine karşı yaptığı suçlamaları o zamanın yaşam düzeyini ve pek az şeye ihtiyaç duyan Lev Nikolayeviç’in alışkanlıklarını göz önünde tutarak değerlendirmek gerekir; onun evine, yatak çarşafı, Sofiya Andreyevna’nın pek de zengin olmayan çeyiziyle birlikte 1862 yılında girdi. Lev Nikolayeviç ondan önce nevresimsiz basma yorganla yatar, daha da önceleri ise Tolstoy kardeşler bir araya toplanıp saman üstünde yatarlardı. Öyle olsa bile Lev Nikolayeviç, parkı, orman içi açıklıkları, kendisinin ve karısının diktiği ağaçları severdi. Bir tek elma bahçesi altmış iki desyatina[2] büyüklüğündeydi. Avrupa’nın en büyük elma bahçelerinden biri. Yüz desyatina büyüklüğündeki park, genç Tolstoy’un har vurup harman savurmadan bıraktığı orman ve ağaçlandırma kalıntılarından oluşur. Park, kontun daha sağlığında, oğullar tarafından şiddetli kesime uğratıldı, ama hâlâ büyük. Büyük ve yaşlı. Lev Nikolayeviç’in oturduğu evin yanı başında büyük bir karaağaç vardır. Ağaçta, bir çan sallanırdı, çan öğle yemeğini haber vermek için çalınırdı. Bakır çan halâ durur, ama şimdi yan olarak asılıdır. Ağaçlar büyürler, karaağaç da büyüyüp dal budak salarken çanı kabuğunun içine alıp onu yutmaya başladı. Karaağaç, çana sanki bir yaraymış gibi muamele ediyor. Ağaçlar yaraları kabukla örterler, bazen de içlerinde bir oyuk bırakırlar. Bu oyuk bakırla çevrelenmiş olacak. Yasnaya Polyana ve ormanları yüzyıllar içerisinde değişti. Onu, burada çok dişbudak olduğu için ‘Yasnaya’ olarak adlandırdıkları söylenir[3], gerçekten de yakınlarda Yasenki (Dişbudak) köyü vardır. Polyana’yı (orman içi açıklık - B. A. K.) çevreleyen ormanlar bir zamanlar kaleydi. Orman barikatıydı. Orman barikatı olarak adlandırılırdı. Step çernozomları geniş olmayan şeritler halinde Tula vilayetine sokulurlardı. Burada, som ormanlar başlardı, şimdi köylülerin kesimlerle delik deşik ettiği yerde. Orman kenarları ise Tatarlara karşı set olarak korunurdu. Buradaki ormanlar kışın yaprağını döken ağaçlardan oluşur, bitki örtüsü çeşitlilik bakımından zengindir. Ağaçlar kesilir, dip kütükleri insan boyundan biraz daha uzun bırakılırdı. Ağaç gövdeden tam olarak ayrılmayacak biçimde kesilir, kalan kütük parçasını eğerek düşer, yan dallar kıvrılarak toprağın üstüne yatardı. Ağacın birini güneye yatacak şekilde, ötekini kuzeye, üçüncüsünü doğuya, dördüncüsünü ise batıya yatacak şekilde devirirlerdi. Kesildikten sonra ağaçlar sanki can çekişirlerdi; yarı diri yarı ölü kalırlar, aralarından fındık, böğürtlen, ağaççileği ve asıl ağaç türlerinin genç fidanları çıkardı; dalların yeşil karmaşası çalı çırpıyla bezenirdi. İşte bu yığına orman barikatı denirdi. Ağaç engelleri on ve beş kilometre eninde olurlardı. Bazen orman içi açıklıklarının etrafını dolaşarak bölünürler, bazen de iki misline çıkarlardı. Ormanın az olduğu yerlerde hendekler kazılır, ahşap istihkâmlar kurulurdu. Yasnaya Polyana belki de Kozlovıy orman barikatını bölüyordu. Bu orman barikatlarının arkasına köylüleri ve aynı gruba mensup küçük soyluları yerleştirirlerdi; orman barikatı muhafızları yaşardı. Orman barikatının içinde patika açmak, ya da çalı çırpı toplamak, ağaç kesmek yasaktı. Orman barikatları yeşil kurdeleler gibi uzanır, onların ötesinde ise nehirler akardı. Upa’nın üstünde Tula’nın taş kalesi yükselir, Upa Oka’ya dökülür, mavi kuşak halinde akan Oka’nın arkasında ise Serpuhov kalesi yükselirdi. Oçakov kenti düştü, Kırım işgal edildi. Kırımlılar Rusya’ya saldırmayı bıraktılar. Orman barikatları ortadan kalktı. Satıldılar, mülk oldular, orman barikatlarının bir kısmı Tula silah fabrikasının mülkü oldu, o ormanlar tüfek dipçiklerine gitti, elle işletilen demirci ocakları için kömür oldu: burada meşe, ıhlamur, dişbudak ve beyaz gövdeli huş ağaçları çoktur. Tesadüfen ayakta kalan koru ormanlarının ve ağaçlandırmaların ortasında, yıpranmış yer döşemeli, dişbudak ağacından ucuz dolaplı kitaplığıyla zevksiz planlanmış bir ev vardır. Etrafta, sevgiyle ve bin bir emekle özene bezene dikilip büyütülmüş büyük bahçe ve orman uğuldar. Bozkırlarda ve ormanlarda yollar sanki nerden olsa geçebilirlermiş gibi gelir, ama onlar su bölümü çizgileri boyunca uzanırlar. Taş Tula Kalesinin ve onun önündeki orman barikatlarının Tatarlara karşı siper edildiği yerde ve Tolstoy’un yanı başında da bir yol uzanırdı. Yol güneye gidiyordu. Buradan askeri kuvvetler geçerlerdi, maiyetleriyle birlikte imparatorlar geçerdi, hacılar ağır ağır ilerler, arabacılar uzak yollara giderlerdi. Tolstoy’un annesi bütün bu canlılığı izlerdi, onun seyredebilmesi için yüksek bir kameriye yapılmıştı, Lev Nikolayeviç ise sade insanların yürüyerek ya da arabayla gittikleri yola bakar, onlara imrenirdi. Yasnaya Polyana, efendisi somurtkan bir yerdi, o gitmek istiyordu, ama gidemiyordu. Evin önündeki karaağaç, gidebilmek için kendi köklerini kesmeliydi, kökleri birbiri arkasına keserek yaşamsal bağlarını koparmalıydı. Gidilebilirdi, ama ancak toprağı kana bulayarak, kalmak ise mümkün değildi. Volga büyük bir yarıkta akar; çatlağın menderes yaptığı ve toprak tabakalarının kabarıp kırılarak yer değiştirdiği yerde. Orada, çatlakta menderes yaparak büyük bir nehir akardı. Lev Nikolayeviç tarihin çok önemli bir sınırında doğdu. Yarını bilmiyordu, bugünün dünküne benzemediğini anlıyordu, o, geleceği olmayan geçmişti, gelecek üzerine büyük endişeler taşıyan birisi. Lev Nikolayeviç, geçen yüzyılın sonlarında, edebi sahiplik haklarından vazgeçti, 1881 yılından sonra yazdığı her şey için. Ondan önce yazdıklarının yayımlanması konusunda Sofiya Andreyevna’nın vekâleti vardı, ama XII. ve XIII. ciltler, ‘İvan İlyiç’in Ölümü’, ‘Efendi ve Irgat’ ve başka yapıtların yayımlanması tartışma konusuydu. Rus köylüsünü ise açlık yeniden ziyaret etti, bu defa öyle bir açlık ki, işlerin eskisi gibi olmayacağını, hele hele sınırlı topraklar üzerinde hiç olmayacağını gösterdi. Açlık hükmünü veriyor ve yaşlı Rusya’yı mahkûm ediyordu. Tolstoy hayırseverliğin işe yaramayacağını biliyordu. ‘Yoksul ağacı’ olarak adlandırılan yaşlı karaağacın yanı başında yoksulları kabul ediyordu; yardım edemediği yoksulları. Hayırseverlik, açlık çekenleri kurtaramıyordu. Bir parazit, özsuyuyla beslendiği ağacı doyuramaz, diye yazıyordu Lev Nikolayeviç. İnsanlar ölüyordu. Çocukların ise eğitim alması gerekiyordu. Sofiya Andreyevna da Moskova’ya gitmek istiyor ve çocuklar için şöyle yazıyordu: “Moskova’da onlarla birlikte iki hafta kaldım, evdeki boyama, yapıştırma, tamir işlerini yaptım, mobilyayı kapladım, çocukların hayatını yoluna koydum, ayrıldım… Bu sabah Levoçka, beni, çocukları ‘girdap’a götürmekle suçladı.” Lev Nikolayeviç aşevleri için karısından para istiyordu. Karısı şöyle yazıyordu: “…kendisi ise XII. ve XIII. ciltler için haklarından vazgeçip para almayacağına dair mektubu postaya daha yeni götürmüş; anla anlayabilirsen!” Tartışmalar sürüyordu. Sofiya Andreyevna barış istiyordu: “Bugün Çepıj’a 2000 ladin fidanı dikildi, yarın 4000 huş dikecekler. Ayrıca, ben de Nikita ve Mitya’yı alıp bahçeye bir şeyler diktim; çam, lâdin, melez, huş ve kızılağaç. Levoçka XII. ve XIII. ciltlerle ilgili tüm hakları için dilekçesini yazmadan önce açlık çekenlere 2000 vermeyi düşünüyordum… Ama şimdi ne yapacağımı hiç bilmiyorum.” Sofiya Andreyevna sonra Moskova’ya gitti. Açlık çekenler için kendisi bir çağrı yazdı. O gayretli ve şefkatli bir insandı. Lev Nikolayeviç 26 Ekim 1893 tarihinde ona şöyle yazıyordu: “Senin meşe palamutlarının hepsini ekmek istiyordum, ama bir bakmışsın yağmur, çamur, bir bakmışsın don vardı. Havanın açacağını sanıyorum, o zaman hepsini ekeceğim.” Ağaçlar birbirlerinin içine geçip girift desenler oluşturarak büyüyorlardı. Sofiya Andreyevna ağaçlandırmanın kenarına huş ağacı sırıklarından yapılmış bir sıra koydu. Lev Nikolayeviç hayatının son yılında bu sıraya oturup karıncaları izlemeyi severdi. Burası onun en sevdiği yerdi. Dikilen ağaçlar boy atıyor, orada, uzakta ise bahar var, büyük elma bahçesi sonbaharda elmalarla dolup taşıyor, arılar ise ahşap hücreli kovanların arasında kabarık otların üstünde uçuşup duruyorlar. Yaz parlak. O evde, ama buradan gidecek. Sıranın arkası tarlalara dönük; ahşap karasabanla iyi sürülemediklerinden köylülerin çavdar ve yulaf tarlaları alacalı bulacalı. Ağaçlar Lev Nikolayeviç’in başının üstünde yükseliyorlar, yapraklarını hışırdatıyorlar. Ağaçlar, bildik kümeler halinde tarlaların arkasında yeniden görünüyor ve yeşil işte orada maviye dönüşüyor. Ormandaki bütün patikalar tanıdık, at üstünde hepsi karış karış dolaşılmış. Lev Nikolayeviç, at sırtında hayatı boyunca toplam olarak yedi yıl oturduğunu hesaplamış, en çok da burada, Yasnaya Polyana’da dolaşmış. Ormandaki tilkiler ve tavşanlar tanıdık, huş ağacından sıranın yanı başında ise köpek patlak gözlü Milka uzanmış yatıyor. Milka, ninesine benzeyen yirminci Milka olsa gerek. Yatıyor ve sevgi dolu sarı gözleriyle Lev Nikolayeviç’e bakıyor, ama onun gitmesi gerekiyor, nereye olduğu ve ne yapmaya belli değil gitmesi gerekiyor; evi ve yeşil divanı bırakması gerekiyor. Buna karşılık bir yaşam öyküsüne şanlı bile olsa yaşlılık üzerine yazarak ve kaçınılmaz da olsa acı üstüne bir anlatıyla başlamak olmaz. Büyük insanlar yaşadıkları zamanın karşıtlıklarından oluşurlar. Onlar, eski dünyadan, ya Kafkaslardan inen Terek gibi taşkın, ya da Volga gibi sakin giderler. Lev Nikolayeviç babasını ve annesini, ikisini eşit sevdiğini söylese de başka başka anıyordu. Sevgisini terazide tartarken, neredeyse hiç bilmediği ve görmediği annesini şairane bir haleyle kuşatıyordu. Lev Nikolayeviç şöyle yazıyordu: “Bununla birlikte, yalnızca annem değil, çocukluğumu kuşatan bütün simalar –babamdan arabacılara kadar herkes– bana son derece iyi insanlar gibi geliyor. Benim çocukça sevgi duygum, parlak bir ışın gibi, herhalde insanların en iyi özelliklerini (o özellikler hep vardır) bana açıyordu, bütün insanların o zaman bana son derece iyi görünüyor olması da, onların zaaflarını gördüğüm zamana göre çok çok daha gerçekti.” Lev Nikolayeviç 1903 yılında anılarında böyle yazıyordu. Anılarına birkaç kez başlamış, ama tamamlamadan öylece bırakmıştı. İnsanlar kendi kendileriyle çelişiyor, anılar tartışıyor gibiydiler, çünkü onlar şimdiki zamanda yaşıyorlardı. Anılar vicdan azabına dönüşüyordu. Ama Tolstoy, Puşkin’in ‘Anılar’ şirini yine de severdi: Tiksintiyle okuyarak hayatımı, Lânet ediyorum, titreyerek , Kanlı yaşlar akıtıyorum acıyla inleyerek, Yine de yıkayamıyorum acınası satırları.
“Son dizede” diye yazıyor Tolstoy “ben olsam yalnızca değiştirirdim: ‘acınası satırlar’ yerine ‘yıkayamıyorum yüz karası satırları’ derdim.” O, itiraf etmek istiyordu. İlkbalperest oluşunu, kaba ahlâksızlığını itiraf ediyordu; gençliğinde çocukluğunu ululardı. Evlilikten manevi doğuşuna kadarki on sekiz yıllık dönemin, dünyevi bakış açısıyla nitelenecek olursa, ahlâklı olarak nitelenebileceğini söylüyordu. Ama hemen sonra, namuslu aile hayatından söz ederken, aile ve servetin büyütülmesi konusundaki çabalarını itiraf eder. Neye ağlanması gerektiğini bilmek ne kadar zor, insanın kendisini neyle suçlaması gerektiğini bilmek ne kadar zor! Tolstoy, hep yenilenen amansız bir belleğe sahipti; bizim hiçbirimizin hatırlayamayacağı şeyleri hatırlardı. Anılarına şöyle başlıyordu: “İşte ilk anılarım. Neyin önce, neyin sonra olduğunu bilmediğim için sıraya sokamadığım anılarım. Hatta bazılarının rüya mı, yoksa gerçek mi olduğunu bile bilmiyorum. İşe o anılar. Bağlıyım, ellerimi çıkarmak istiyorum ve bunu yapamıyorum. Bağırıp ağlıyorum, kendi çığlığım benim de hoşuma gitmiyor, ama kendimi durduramıyorum. Benimle kalmaları gerekiyordu, birisi eğilmiş, kim hatırlamıyorum, her şey yarı karanlıkta oluyordu çünkü, ama iki kişi olduklarını hatırlıyorum, benim çığlığım onları etkiliyor: Çığlığımdan kaygılanıyorlar, ama beni çözmüyorlar, oysa ben çözülmeyi istiyorum, ben de daha da yüksek sesle bağırmaya başlıyorum. Bu onlara gerekliymiş gibi görünüyor (yani benim bağlı olmam), ama ben bunun gerekli olmadığını biliyorum, bunu da onlara göstermek istiyorum ve kendime de iğrenç gelen, ama karşı konulmaz çığlıkları koyveriyorum. Hissettiğim, insanların adaletsizliği ve gaddarlığı değil, çünkü onlar bana acıyorlar, hissettiğim, kaderin adaletsizliği ve gaddarlığı, bir de kendime acıma. Bunun ne olduğunu bilmiyorum, hiçbir zaman da öğrenemeyeceğim, beni meme çocuğu iken kundaklamışlardı da ben ellerimi zorla mı çıkarmıştım, yoksa uçuklarımı kaşıyıp tırmalamayayım diye yaşımı geçtikten sonra mı kundaklamışlardı bilmiyorum; rüyada olduğu gibi, birçok izlenimi bu tek anıya mı toplamıştım bilmiyorum, ama bunun benim ilk ve hayatımın en güçlü izlenimi olduğu doğrudur. Ve, benim için unutulmaz olan, çığlığım, çektiğim eziyet değil, izlenimin karmaşıklığı, onun çelişkili oluşu. Ben özgürlük istiyorum, özgürlük kimseyi rahatsız etmez, ama yine de bana eziyet ediyorlar. Bana acıyorlar ve beni bağlıyorlar. Ve ben, her şeye ihtiyacı olan ben zayıfım, onlar ise güçlü.” Eski insanlık tarihinde, insanlığın sabahın hemen önceki o uzun rüyasında, insanlar birbirlerini mülkiyetle, duvarlarla, tapu senetleriyle, miras ve kundaklarla birbirlerini bağlarlardı. Tolstoy hayatı boyunca özgürlüğüne kavuşmayı istedi; ona özgürlük gerekliydi. Onu seven insanlar, karısı oğulları, diğer akrabaları, tanıdıkları, yakınları onu kundaklıyorlardı. Ama o, kundaktan kurtulmaya çalışıyordu. İnsanlar Tolstoy’a acıyorlar, onu sayıyorlar, ama özgür bırakmıyorlardı. Onlar güçlüydü, geçmiş gibi, o ise geleceğe can atıyordu. Mumlu beze sarılan mumya misali kundaklanmış meme çocuğunun eskiden nasıl göründüğünü şimdi artık bilmiyorlar. Günümüzün ayakcağızları havada meme çocuğunun yazgısı ise… O da ayrı bir şey. Boşu boşuna yoksun kalınan özgürlükle ilgili anı Tolstoy’un ilk anısı. Öbür anısı sevinçli. “Leğende oturuyorum ve beni, çıplak bedenimi ovdukları bir şeyin tuhaf, yeni, nahoş olmayan, ekşi bir şeyin kokusu kuşatıyor. Bu şey kepekti herhalde. Beni her gün leğenin içinde suyla yıkıyor olmalıydılar, ama kepek izleniminin yeniliği beni uyardı ve ben, göğsümde kaburgalarını görebildiğim bedenimi, pürüzsüz koyu renk leğeni, dadının sıvanmış kollarını, sıcak, taze, buharla karışık suyu ve suyun çıkardığı sesi, hele leğenin ıslak kenarlarının elceğizlerimi gezdirdiğim zaman hissettiğim pürüzsüzlüğünü ilk kez fark edip sevdim.” Çocuk çok küçükken doğayı fark etmiyordu, bir yaprak gibi, yulafın sapı gibi, kendisi doğanın bir parçasıydı. Bahçe, orman, tarlalar daha sonra ortaya çıktılar, leğenin pürüzsüz kenarı, yatağın kenarı onları örtüyordu daha. Hatta dadıyı bile hatırlamıyor. Yalnızca onun kolları sıvanmış elleri kalmış belleğinde. Yıkanma anısı ilk hazzın izi. Bu iki anı, insanlığın dünyayı öğelere ayırmasının başlangıcı. Tolstoy ilk yıllarda ‘yaşadığını, hem de mutlu mesut yaşadığını’ ama onu kuşatan dünyanın öğelerine ayrılmamış olduğunu, o nedenle anıların da bulunmadığını belirtiyor. Tolstoy şöyle yazıyor: “Mekân, zaman ve sebep düşünme biçimleridir ve hayatın özü bu biçimlerin dışındadır, oysa hayatımızın tamamı bu biçimlere giderek daha boyun eğmek, sonra kendimizi onlardan yeniden kurtarmaktır. Biçimlerin dışında anı yoktur. Dokunulması mümkün olan şey şekillenir: “Hatırladığım her şey küçük yatağımda, yukarıdaki odada geçer, benim için ot da, yaprak da, gökyüzü ve güneş de yoktur.” Bu hatırlanmaz, doğa yoktur sanki. “Onu görmek için ondan herhalde uzaklaşmak gerekir.” İnsanın neyin çevrelediği önemli değildir yalnızca, çevreden bakıldığında onun nasıl göründüğü de önemlidir. İnsanın ayrımında olmadığını sandığı şey, aslında sıklıkla onun bilincini belirler. Bir yazarın yaratıcılığıyla ilgilendiğimiz zaman, yazarın parçaları genelden ayırmak için kullandığı yöntem bizim için önemli olur, bizim sonra o geneli yeniden kavrayabilmemiz için. Tolstoy hayatı boyunca, genel selin içinden, onun dünya görüşüne gireni ayırt etmekle uğraştı; seçme yöntemlerini değiştiriyor, böylece seçtiklerini de değiştirmiş oluyordu. Öğelere ayırma kanunlarına bakalım. Çocuğu aşağıya Fedor İvanoviç’in yanına götürüyorlar; kardeşlerine. Çocuk, Tolstoy’un ‘ezelden beri alışılmış olan’ diye adlandırdığı şeyi terk ediyor. Yaşam henüz yeni başladığından ve başka bir öncesiz olmadığından yaşanmış olan öncesizdir. Çocuk hissedilen ilk öncesizlikten ayrılıyor; “İnsanlardan, kız kardeşten, dadı ve teyzeden olduğu kadar küçük yataktan da ayrılıyor…” Teyze’nin adı geçiyor, ama teyze henüz öğelerine ayrılmamış dünyada yaşamaktadır. Çocuğu teyzeden alıyorlar. Sırtına askı dikilmiş gömlek giydiriyorlar; bu, onu, ‘yukarıdan sonsuza kadar’ koparıyor sanki. “Ben de birden bire yukarıda birlikte oturduğum insanların hepsini değil, yukarıda birlikte oturduğum ve daha önce bilmediğim en önemli simayı fark ettim. O, teyzem Tatyana Aleksandrovna idi.” Teyzenin adı, ikinci adı belirir, sonra uzun boylu olmayan, tıknaz, siyah saçlı bir kadın olarak tarif edilir. “Hayat başlar; ne zor iş, çocuk oyuncağı değil hani.” ‘İlk Anılar’a 5 Mayıs 1878 tarihinde başlandı. Tolstoy 1903 yılında, yapıtlarının Fransızca basımı için onun biyografisini yazmaya girişen Biryukov’a yardım ederken çocukluk anılarını yeniden yazmaya başlar. Anılar itiraf konuşmasıyla ve atalara ve kardeşlere dair anlatıyla başlarlar. Lev Nikolayeviç çocukluğuna dönerken yalnızca bilincin ortaya çıkışını değil, anlatının zorluklarını da analiz eder. “Anılarımda ne kadar ilerlersem, nasıl yazmam gerektiği konusunda da giderek daha kararsız oluyorum. Olayları ve onların içsel gereklerini betimleyemiyorum, çünkü o bağlantıyı ve gereklerini hatırlamıyorum.” Tolstoy için en önemli şey, olayların bağlantısı, onların konumlarının içsel gerekleridir, ama Tolstoy büyük yaşamında kaybolur: “gelişigüzel devam edeceğim.” Sonra hemen söz verir: “Bu anlatıyı bitirdiğim zaman, bağlantısız da olsa, kesintili de olsa zaman sırasına koyacağım…” Eski Kökler Volkonski prensi general başarısızlıklarda da yalnızdı, topraklarına erkenden çekildi; onu yeni saltanattan ayıran öfke, gurur ve kıskançlıktı. İki beyaz kule arasındaki kapının arkasına kapandı: kapı, birileri için nadiren açılır oldu. Burada, büyük bahçede, taş ek yapıları ve o zaman yapılması adet olduğu üzere aşağısı taş, yukarısı ahşap ve sıvalı ana binasıyla bir saray yavrusuna başlanmıştı; taş ek binalar inşa edildi, ama komutan zengin bir insan olduğu halde evi ancak bir kat yükseltebildi. Sonra kızı Mariya Nikolayevna’ya kaldı. Tolstoy dedesini farklı zamanlarda farklı biçimlerde anlıyordu. Lev Nikolayeviç, Çıplak Dağlar’ın ihtiyar sahibi Volkonski’yi ilk yazdığı taslaklarda anlatırken ihtiyarın köle hizmetçiden peydahlanmış bebeği kâhya aracılığıyla kimsesiz çocuklar yurduna nasıl gönderdiğini anlatıyordu önceleri. Ancak bu nihai metinde girmez. Tolstoy, Volkonski’yi onun yaşadığı zamandan ayırmak ister. Prense parlak bir akıl ve kibir yakıştırır, ama aynı zamanda, Volkonski’nin rüyasında onun Potemkin’e karşı şiddetli kıskançlığını gösterir. Prens gururlu ve akıllıdır; köylüler, Tostoy’un dediğine göre, prensi sayarlardı. Tolstoy’un dedesinin yazgısı kötüydü: Pavl döneminde emekli edilerek rütbe ve diğer haklarından mahrum edilerek üniformasız ve maaşsız yol verilmiş, sonra piyade generali unvanını aldığı Arhangelsk’e vali olarak gönderilmişti. Ama uzun zaman hizmet etmedi, yine emekli edildi, bu defa rütbe ve diğer haklarını kaybetmeden. Prens kırk altı yaşında emekli oldu, ondan sonra hizmet etmedi. Volkonski Arhangelsk’te hizmet ederken Spitzberg adasının da valiliğini yapıyordu. Rus denizciler Spitzberg’i ‘Grumant’ olarak adlandırıyorlardı. Piyade generali kendi topraklarına döndüğünde uzak köylerden birine ‘Grumant’ adını verdi. Yöre köylüleri bu adı ‘Ugryumı’ olarak değiştirdiler. Tolstoy’un anlattığına göre, Grumant köyü harika bir yer, ama Tolstoy halkın değiştirdiği sözcüklerin her zaman anlamlı olduğunu belirtiyordu. Eski Rusçada, daha Puşkin zamanında kullanılan bir sözcük vardır; ‘ugryumstvo’[4]. Bana öyle geliyor ki, ihtiyar Volkonski tam br suratsızdı. Ev uzun zaman inşa edildi, uzun zaman da harap kaldı, kısa bir zaman da tam olarak oturuldu; ev, sahiplerinin harcı değildi. Yasnaya Polyana’daki son savaştan önce, Lev Nikolayeviç Tolstoy’un doğduğu evin yeniden yapılması düşünülüyordu. Ama sonradan, Lev Nikolayeviç Tolstoy’un tüm yazarlık yaşamı o evde geçmediği için bundan vazgeçildi. Kahverengi sütunlu eski evin yerinde Tolstoy’un diktiği ağaçlar büyümüş, dalları yer yer kemer halini almıştı. Bahçe ayakta, ev gibi onun da zemini güneşle süslenmiş. Lev Nikolayeviç Tolstoy’un içinde yazdığı o evde –taş ek yapılardan biri tamamlanmış durumdaydı– büyük Tolstoy ailesi oturuyordu, diğer ek yapı ise dede tarafından nasıl yapıldıysa o halde kalmış, okul olarak kullanılıyordu, Lev Nikolayeviç o binada köylü çocuklarına ders veriyordu. O mutlu yıllarda Lev Nikolayeviç okulda çocuklarla uğraşıyordu, bazen çocuklarla beraber dedesi zamanında kazılan büyük yapay gölün ortasına kadar yüzüyordu. Lev Nikolayeviç iyi dalardı. Suya girerken üşütmekten korkmazdı. Havluyla kurulanmaz, rüzgârda kururdu. Çocuklarla oynadığı bir oyun vardı; göle dalar, dipten kum alır, çocukların da aynı şeyi yapmasını isterdi. Büyük yapıtlar yaratmış, uzun yaşamış bir yazarın biyografisini yazarken insan nasıl dalacağını, dipte nereden bir avuç kum alacağını bilmez; öyle ya, ne de olsa insan yapay bir göle değil de bir denize dalıyordur. Bana öyle geliyor ki, dalmak ve Lev Nikolayeviç’in babasının evinde nasıl yaşandığına dair bir avuç anı çıkarmak gerekiyor. Yazacağım, nemli kum tanecikleri parmaklarımın arasından kayıp azalsa da yazacağım… [1] Evi topraksız olarak satmak, evin sökülerek materyalin taşınması ve başka bir yerde kurulması anlamına gelirdi. Çev. [2] Desyatina: Eski Rusya’da kullanılan 1, 09 büyüklüğünde arazi yüzey ölçüsü birimi. [3] ‘Yasnıy’ sözcüğü aslında açık, parlak, temiz anlamına gelir, buna göre ‘Yasnaya Polyana’ parlak orman içi açıklık demektir. ‘Yasen’ (dişbudak) ve ‘yasenevıy’ (‘dişbudak’ - ıfat) sözcükleriyle benzerlikten yola çıkılmıştır. [4] Ugryumstvo: Asık suratlı olma, yüzü gülmezlik. ÇOCUKLUK, ERGENLİK VE GENÇLİK 19. yüzyıl boyunca Avrupa edebiyatında birkaç sima ilk sırada geliyor ve düşünce hareketlerinin öncüsü olarak genel kabul görüyorlardı. Bu sıra ilk önce, tahsilli okur takımının tamamının her bir sözünü can kulağıyla dinlediği, Goethe’ye aitti. Goethe’den sonra, Goethe’yi alkışlayanlardan, parlak ve asabi yazar Victor Hugo ortaya çıkıncaya kadar Avrupa edebiyat tahtı, uzun bir müddet boş kalacak; Victor Hugo’nun ölümünden sonra ise bu tahta, edebiyat temsilcilerinin en seçkini ve önderlerinden biri olduğu şüphe götürmeyen “Rus toprağının büyük yazarı” Kont Lev Nikolayeviç Tolstoy çıkacaktı. Tolstoy’un şöhretini dünya üzerinde yaşayan okur takımı içinde duymayan kalmamıştır. Eugène, Zabel, Brandes gibi usta yabancı eleştirmenler, Rus eleştirmenlerden çok daha fazla Tolstoy’a zaman ayırmışlardır. Peki, Rusya’da edebiyat veya felsefe eleştirisine bir şekilde dâhil olmuş kişilerden Tolstoy’un eserleri üzerine kalem oynatmamış kimse var mıdır? Bu konuya ilişkin yazı yazanların hepsini zikredemesem de D.Pisarev, Annenkov, Grigoryev, Mikhaylovskiy, Skabichevskiy, Protopopov, Profesör Kozlov, N. Strakhov gibi zatların adlarını anmak yeterli olacaktır. Kazan Üniversitesi Profesörü Gusev gibi Tolstoy’un düşüncelerini yaymayı uzmanlık alanı olarak seçen kişilerden, Tolstoy’un fikirlerini hararetle, adeta, adım adım takip edenlere kadar farklı kişiler mevcuttur. 1886-1889 yılları arasında -hatta daha sonraları- Tolstoy’un bahsedilmediği bir gazete veya dergi sayısına rastlamak pek mümkün değildi. Tolstoy’un “Kroyçer Sonat” adlı eserinin nasıl ses getirdiğini ve bu romanın müzik veya Beethoven ile en ufak bir ilgisi olmamasına rağmen, müzik yayıncılarını Beethoven’in bu unutulmuş sonatını alelacele piyasaya çıkartmaya sevk edecek kadar gür çıktığını unutmamak lazım. Tolstoy’un kaleminden çıkan eserlerin hepsi toplumun farklı kesimlerinde karşımıza çıkmaktadır: Piyesleri sarayda sergilenmekte; hikâyeleri, alfabesi ve seçmeleri ise köylerde okunmaktaydı. Şimdi Tolstoy’un dokuz kere yayınlanmış külliyatından yararlanmam gerekecek. Bu, Rusya’da benzeri görülmemiş bir olay; Puşkin hayattayken külliyatı sadece bir kere, Turgenyev’in üç kere, Dostoyevski’nin külliyatı ise ancak ölümünden sonra yayınlanmıştır. Tolstoy’un doğum yeri “Yasnaya Polyana” Kont Tolstoy’dan daha az şöhrete sahip değildir. Oraya kimin yolu düşmemiştir ki? Ya da, en azından, oraya kim uğramak istemez ki? Gelin birlikte orayı tanıyalım... | ||||||||||||||||||||||