• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
  • https://www.twitter.com/@EtkinYayinevi
    • YENİ ÇIKTI... Hüznün İsyanı TURGENYEV
    • Bu biyografi, bundan yaklaşık yüz sene önce yayımlandı. Dönemi için yeni kabul edilen bir tür olan biyografik roman tarzında yazılan bu kitap, değerini günümüze kadar muhafaza etmeyi başarmıştır. Rus toplumunun taşrada oturan sıradan bireyleri için yazılmış bu kitaplar bugün de yalnızca kitap kurtlarına değil, tarihteki büyük insanların hayatı ve psikolojisi hakkında çok az bilgi sahibi olanlardan, asıl mesleği bu olanlara kadar geniş bir yelpazedeki okurlara tavsiye edilebilir.
    • Yeni Kitap... DARA DURMAK
    • Bu kitap, iki Alevi ailenin “Yol Kardeşi” yani “Musahip” olmalarını konu eden bir romandır. Merkezinde “Musahip Cemi”nin yer aldığı kitap, "Yol Kardeşi" olan iki ailenin iki çocuğunun; Melek ile Mazlum adlı iki gencin hüzünlü aşkları etrafında şekillenmektedir. Anadolu'nun bir yöresinde geçen olayı sade ve akıcı bir dille anlatan yazar, bir bakıma Alevilik kültürünü ve felsefesini edebiyat diliyle okurlara sunmaktadır. Keyifle okuyacağınıza inanıyoruz.
    • YENİ KİTAP... Evrenin Sonsuzluğunda BRUNO
    • ...Şimdi ondan ne suç ortaklarının isimlerini isteyen vardı, ne de dava arkadaşlarını satmasını talep eden. Ondan isteneni yapsa bile kimsenin zindana atılacağı yoktu. Kimseye ihanet etmeyecekti sonuçta. Peki fikirlerine ihanet edecek miydi? Yıllarca öğrettiği ve ateşli bir şekilde savunduğu fikirlerine?
      Ayağa kalktı. Kararlı ve heybetli bir duruşla, yargıçların yüzüne haykırmaya başladı: “Bana okuduğunuz bu hüküm, benden çok sizleri korkutmaktadır!”
      Uzaya giden yol ateşten geçiyordu...
    • YENİ KİTAP... Matematik Dehası PASCAL
    • Pascal’ın babası matematikle uğraşmayı ve evinde matematikçileri toplamayı severdi. Ancak, oğlunun çalışmaları için bir plan yaptığında, oğlu Latince’yi iyice benimseyene kadar matematiği bir kenara koymaya karar verdi. Blaise’in merakını bilen babası tüm matematik çalışmalarını ondan dikkatlice saklar ve hiçbir zaman onun yanında arkadaşlarıyla matematikle ilgili konuşma yapmazdı. Çocuk matematik öğrenmek istediğini söylediğinde, babası matematiği ona gelecekte öğreteceğini vaat etmişti.
    • Çağının Ötesinde Bir Dahi TESLA
    • Sıradışı geniş ve açık bir alın, karakteristik, ince hatlı zarif bir burun, çökük yanaklar, yarım bir tebessümle donakalmış ince dudaklar, bakışlarıyla insanın ruhuna işleyen yorgun ve hüzünlü o harika mavi gözler... Seksen yedi yaşındaki ihtiyarın yüzünün tüm çizgilerinde, canını kurtarmak için değil, sadece insanlık yararına bir şeyler yapabilmek uğruna, en azından biraz daha zaman kazanabilmek için ölüme ısrarla direnen ifadesi kazınmıştı. (...)
    • Doğu'nun Sönmeyen Yıldızı HAYYAM
    • ...tarih, insanoğlunun faaliyet gösterdiği her alana yeteneği olan pek çok dâhiye tanıklık etmiştir.Onlar tüm insanlığın gerçek süsü, en büyük serveti ve hazinesidir. Ömer Hayyam’ın da onlardan biri olduğunu söyleyebilir miyiz? Kesinlikle evet. Hemen aklımıza ikinci bir soru geliyor: Bu yeteneklerden hangisi daha çok göze çarpar? Adını ölümsüz kılan asıl şey nedir? Acaba Hayyam'ın hangi yeteneğini ilk sıraya ...
    • yeni kitap... Elektriğin Newton'u AMPERE
    • Daha çocuk yaşlarındayken babasının giyotinle öldürülmesinin sarsıntısıyla ruhsal bunalıma giren ve neredeyse bitkisel hayattan bir yılda çıkan, sonra da adını buluşlarıyla bilim tarihine yazdıran; ama sahip olduğu muhteşem zeka kadar da özel hayatında mutsuz olan bu büyük insanın acıklı yaşamöyküsü.
    • TÜRKİYE'DE BİR İLK...
      Tolstoy'un bilinmeyen eseri ilk kez Türkçe yayınlandı.
    • Rusya’da ilk kez 1886’da yayınlanan ama hem Çarlık Rusyası, hem de Sovyet Rusya’nın sansürü nedeniyle bilinmeyen bu kitap Türkiye’de ilk kez yayınlanmaktadır. “Yunan Öğretmen SOKRATES” kendi zamanını aşan, tüm zamanlar için geçerliliği olan bir eserdir. Yaşamlarının anlamını ve amacını merak edenler, bu kitapta kendileri için çok yeni, beklenmedik ve aradıkları doğru cevapları bulacaklardır. Bu kitap her yaş ve meslekteki insanın ilgisini çekecek bir kitaptır.
    • 8 Şubat 1828 yılında doğan JULES VERNE 196 yaşında...
    • Yazdıkları kadar biyografisi de sırlarla dolu olan Jules Verne, kendi geleceği hakkında bile hiçbir tahminde bulunmazken nasıl olmuştu da insanoğlunun yüz yıl sonra gerçekleştirdiği teknolojileri önceden hayal edip yazabilmişti? O, bilim ve teknolojiye yol gösteren bir peygamber miydi? Bilim ve teknolojide meydana gelecek gelişmeler sadece ona mı gözükmekteydi?
    • Modern Romanın Babası CERVANTES
    • “Hayatımda, kader çarkının zirvesine çıkmayı başarabildiğim tek bir gün bile olmadı. Ben ona tırmanmaya başlar başlamaz o durdu.”
      Hayat yolunun sonuna yaklaşırken Cervantes, bu üzücü sonucu çıkarmıştı. Bir taraftan etrafını kuşatmış hayat şartlarında fikirlerinin zaferi için, diğer taraftan da sonsuz maddi gereksinimleri olan kişisel varoluşu için sürdürdüğü ikili mücadelede yorgun düştü; ama yenilmedi.
    • Charles DICKENS 207 yaşında...
    • Romanlarında yoksulları, emekçileri, sağlıksız evleri, barakaları anlatan; kendi de çocuk yaşta işçi olarak çalışmış biri olarak özellikle çocukların yaşadığı zorlukları, çocuk emeği sömürüsünü, kimsesiz çocukları, güçlü bir anlatımla dile getiren; anlatımı yalın, süssüz, ancak gerçekçi ve etkileyici olan ve “... İçinde yaşanılan dönemi tüm pislikleriyle anlatan gerçekçi yazar” Charles DICKENS 7 Şubat'ta 207 yaşına girdi. Eserleriyle yaşayan DICKENS'in ilginç biyografisi bu kitapta.
    • Meksika Halk Kahramanı PANCHO VİLLA
      Çıktı...
    • "O günlerden daha kötüsünü hatırlamıyorum” diyecekti sonrasında Villa, “Allah, düşmanımın başına bile vermesin. En çok da yaralı ve bitap düşmüş askerlerimin can vermiş olması, benim onlara hiçbir şekilde yardım edememiş olmam beni mahvetti. Onca yıl komutam altında korkusuzca mücadele veren kardeşlerimin birbiri ardına düştüklerini ve arkalarında kanlarını bıraktıklarını gördükçe boşuna mı verdik bu kurbanları, halk bir gün büsbütün toprak ağalarına ve para babalarına karşı galip gelebilir mi
    • "BU KİTABI NEDEN YAZDIM?
    • Böyle bir sorunun cevabının daha ilk cümlesinde Mustafa Kemal Atatürk’ün insan olarak, teşkilâtçı olarak, ihtilalci olarak, barışçı olarak sıfatlarından bahsetmek gerekir ki, bu büyük adamın hatırasına kalbinin en samimi köşesini ayıran Türk okuyucusuna bunları anlatmak beni biraz güç duruma düşürüyor. PARAŞKEV PARUŞEV"
Site Haritası
Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi1
Bugün Toplam31
Toplam Ziyaret107704
videolar

ANASAYFA


     Hürriyet Savaşçısı
Namık KEMAL

   
Ürün Kodu : 978-975-6391-24-2
Üretici : ETKİN YAYINEVİ
Etiket Fiyatı : 75 TL (KDV Hariç)
Ürün Özellikleri
O, Yeni Osmanlıların ilk toplantısına katılan 25 yaşında bir genç. O, aydınlanmamızın ilk büyük öncüsü. O, insaniyetli olmak, vatan toprağı, vatan yol
        Detaylar
 
 
Detaylar

Rusça baskısındaki editör notu

Namık Kemal’in uğruna savaştığı dava, Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın önderliğinde sürdürüldü. Sovyetler Birliği’nin dostu Türkiye Cumhuriyeti’nin bugünkü Cumhurbaşkanı Kemal Atatürk, Türk halkının milli bağımsızlık savaşını 1919 yılında başlattı. Bu savaşın bütün aşamaları “Yeni Türkiye’nin Yolu” adıyla Rusçaya çevrilen Kemal Atatürk’ün belgesel nitelikteki büyük eseri Nutuk’ta oldukça ayrıntılı anlatılmıştır.


KİTAPTAN BİR ALINTI:

Bohem yaşayış biçimini şiirselleştirmek, tıpkı Avrupa ülkelerinde olduğu gibi, o zamanlar Türkiye’de de modaydı. Şarabın, sarhoşluğun ve aşkın yüceltilmesinin değişmez konular olduğu eski Fars ve Osmanlı şiiri, gençleri içki meclislerine ve romantik maceralara itiyordu. Onların yaşamıyla Avrupa edebiyat boheminin yaşamı arasında ortak bazı noktalar vardı. Dönem, Avrupa’da sermaye birikimi dönemiydi. Ticaret burjuvazisi kazancının hepsini yastık altı yapıyor, başkente okumaya yolladığı oğullarını orada yarı aç bırakıyordu. Türk gençliği de aynı ağır yaşam koşulları içerisindeydi (aileleri para biriktirdiği için değil, paraları olmadığı için), onlar da aynı şekilde kaygısızdı. Ama benzerlik bununla bitiyordu. Avrupa gençliği bir gün büyük bir baba sermayesinin sahibi olacağını biliyordu. Türk gençliğini ise hiç de imrenilmeyecek bir gelecek bekliyordu.

 

Çocukluk Yılları

 

Nine (anne) koynunda uyurken çıktım

Geldim ammâ bu cihana (dünyaya) bıktım.

                                         Namık Kemal

 

İstanbul Hükümeti, büyük taşra memurlarının, atandıkları yerde uzun süre kalmalarından hoşlanmazdı. Aynı görevde uzun süre bulunmaları bir dizi sıkıntı çıkarırdı. Memurlar yerli halkla kaynaşır, dostça ilişkiler geliştirir, her çeşit vergiyi ve haracı zor kullanarak öyle canla başla toplamazlar; bazı kaynakları merkezi hükümetin zararına olacak şekilde yerel ihtiyaçlar için harcarlar, yolları onarırlar, kaldırım döşerler; köprü, baraj yaparlardı.

Öte yandan, Babıali’nin kapıları, orada, kendilerine kazançlı bir iş verebilecek yüksek akrabaları ya da tanıdıkları olan insan kalabalıkları tarafından aşındırılırdı. Bu nedenle bir vali, vali yardımcısı ya da mutasarrıf, taşraya alışmayı pek de başaramaz, herhangi bir bahaneyle görevinden alınıp İstanbul’a çağrılırdı. İstanbul’a gelenlerin de, yeni bir görev alıncaya kadar kalem odalarında ve önemli şahısların karşısında birkaç ay koşuşturmaları gerekirdi.

Namık Kemal’in köken olarak Arnavut olan anne tarafından dedesi Abdüllatif Paşa, bu memur tabakasının tipik bir temsilcisiydi. Ne büyük bir serveti ne de İstanbul’un yüksek çevrelerinde güçlü bağlantıları olan, paşa unvanını ve taşrada kaymakamlık görevini de güçlükle elde etmiş olan, başkente arada bir olağan ziyaretler gerçekleştiren Abdüllatif Paşa, Rumeli ve Anadolu’nun sayısız vilayet ve sancağında oradan oraya hayatı boyunca dolaşıp durdu.

Abdüllatif Paşa, 1830’lu yılların sonundaki bu tür yer değiştirmelerin birinde, İstanbul’da ailesiyle birlikte birkaç ay geçirdiği böyle bir fırsattan yararlanarak ailenin gözdesi olan kızı Zehra’yı kocaya verdi.

Paşa, bir yandan iyi bir damat aradığı için, bir yandan da kızını yabancı bir eve vermeyi hiç istemediğinden, evlendirme konusu, güçlükleri olan bir konuydu. Demek ki, “içgüveyi” olmayı kabul edecek iyi bir delikanlı bulmak gerekiyordu. Pek de uzun sürmeyen bir arayışın ardından, Abdüllatif Paşa’ya, oldukça tanınmış, malına Sultan tarafından el konulduğu için iflas edip yoksul düşmüş bir aileden, alçakgönüllü ve ciddi bir gençle karşılaşmak nasip oldu.

Damadın yoksulluğu ve pek de gıpta edilmeyecek durumu, Abdüllatif Paşa’yı sadece bir an için düşündürdü. Biraz daha varlıklı bir adamın, karısının ailesinin evinde neredeyse bir sığıntı konumunda yaşamaya yanaşmayacağını çok iyi anlıyordu. Öte yandan, Mustafa Asım, –damadın ismiydi bu- yaşlı adam üzerinde çok iyi bir izlenim bıraktı. Çocukluğunda çok acı çekmiş, bir zamanlar büyük bir servete sahip olan ailesinin iflasına ve yoksulluğuna tanık olmuş, azimli bir çalışmayla neredeyse daha çocukken kendine yol açmak, üstelik yakınlarına yardım etmek zorunda kalmıştı.

O zamanlar iyi aileden gençlerin alması gerektiği düşünülen eğitimi almış; Farsça ve Arapça, klasik şiir öğrenmiş, çeşitli skolastik bilgiler edinmişti. Üstelik tarih, matematik ve astronomi gibi daha uygulamalı bilimlerle olduğu gibi, oymacılık sanatıyla da ilgileniyordu.

Mali durumunun sıkıntılı olması, “her namuslu Türk’ün yapması gerektiği gibi” kendi yuvasını kurmasına imkân vermiyordu. Yaşlı, babacan, nispeten varlıklı bir memurun evine güvey girmesi durumunu kurtarması için pek de kötü sayılmayacak bir yoldu.

Abdüllatif Paşa karısına danıştı. Karısı planlarını onayladı. Çok geçmeden düğün yapıldı. Kısa bir süre sonra bütün aile, Abdüllatif Paşa’nın, sonunda mali işlerden sorumlu vali yardımcısı olarak tayin olduğu Marmara Denizi’nin Avrupa yakasında küçük, güneşli bir kasaba olan Tekirdağ’a taşındı.

Zehra’nın 21 Aralık 1840 tarihinde doğan oğlu bütün aileyi büyük bir sevince boğdu. Yaşlı paşa ona “Mehmet Kemal” ismini verdi. Bu güzel birleştirmeyi eski bir Arap şiirinde bulmuştu. Çocuğun dünyaya gelişinin ailede nasıl duygular uyandırdığı, dedenin onu sadece Mehmet olarak adlandırmayıp, “olgunluk” anlamına gelen Kemal ismini de eklemesinden anlaşılabilir.

Ama mutluluk uzun sürmedi. Genç annesi öldüğünde, çocuk iki yaşını ancak doldurmuştu. Bu, yaşlı adam için de, Mustafa Asım için de acımasız bir darbeydi. Bu ani ölüm, bunların dışında başka bir güçlük daha getirdi. Mustafa Asım’ın “içgüveyi” oluşu taşra halkının gözünde bir parça mazur görülüyordu; oysa şimdi kesinlikle asalak olarak görülebilirdi. Tekirdağ’da kalmanın bir anlamı da yoktu. İstanbul’a gitmek, iş aramak, işe girmek için çaba harcamak gerekirdi. Baba, bu koşullar altında küçücük çocuğunu yanına almayı düşünemezdi bile. Onu yaşlıların yanına bırakmak gerekti. Zaten onlar da çocuktan dünyada ayrılmazlardı, sevgili kızlarının ölümünden sonra onların tek avuntusuydu bu.

Kemal, dedesinin bolluk içindeki büyük evinde büyüdü. Abdüllatif Paşa, kara gün için para biriktiren tutumlu insanlardan değildi. Öldüğü zaman arkasında borçtan başka bir şey kalmamıştı. Aile, büyük sayılabilecek maaşı her zaman sonuna kadar harcardı. O zaman neredeyse bütün büyük Türk memurları da zaten böyle yaşarlardı. Konu şu ki, yüzyıldan daha uzun zamandır var olan yasaya göre, sultan bütün devlet memurlarının ve askerlerin mirasçısı sayılıyordu[1]. Bir memurun vergi ya da rüşvet yoluyla büyük bir servet yaptığı öğrenilir öğrenilmez ilkin idam edilmesi, ardından da onun tüm varlığına el konulması için temel oluşturuyordu. Bu yasa, II. Mahmut tarafından kısa bir süre önce kaldırılmış olmakla birlikte, memurlar sultanın iştahını kabartmamak için aldıkları her şeyi harcamaya alışmışlardı artık.

Aile hiç sıkıntı çekmiyordu. Küçük Kemal’i şımartıyorlar, ona gözbebeği gibi bakıyorlardı. Bununla birlikte, daha ilk yaşlardan itibaren çocuğun eğitimine özen gösteriyorlardı. Büyükannesi Mahdume Hanım, o zamanlar ailesi tarafından bir parça eğitim verilen nadir kadınlardandı. Gerçi eski usul eğitim almıştı; ama Türk toplumuna gittikçe daha çok sokulmaya başlayan yeni fikirlere de yabancı kalmıyordu. Kemal daha ilk yaşlarından itibaren, o zamanın hali vakti yerinde ailelerinin çoğunda hüküm süren; dar, tutucu, ataerkil ev atmosferinde büyümedi. Yetişme sürecinde yaşlı büyükannesinin gösterdiği olumlu etkiyi Namık Kemal sonraları hep içten bir minnet duygusuyla andı.

Abdüllatif Paşa, Tekirdağ’da dokuz yıl gibi oldukça uzun bir zaman kaldı. Çocuk bu süre içinde serpildi, güçlendi, okuma yazmayı öğrendi. Ardından ailenin alışık olduğu taşınma zamanı geldi. İstanbul’a gitmek, orada birkaç ay geçirip yeni bir görev için çaba göstermek gerekiyordu.

Aile, Filyokuşu Mahallesi’nde büyük, eski bir eve yerleşti. Çocuk, yaşlı büyükannesi ve büyükbabasıyla birlikte yaşamaya devam etti, bu arada babasıyla sürekli görüşme olanağı da doğdu. O zamana kadar Mustafa Asım da işe girmeyi başarmıştı. Zekâsı ve eğitimi, ilerlemesine yardım etti. O zamanlar bazı Avrupa bilimlerini bilenler oldukça azdı, devlet çevresinde ise reformlar için bu gibi insanlara şiddetle gereksinim duyuluyordu. Erki sınırsız Vezir Reşit Paşa, bilimlerin koruyucusuydu. Mustafa Asım, kendisine yükselme yolu açan bir devlet görevi aldı, sonra da saray müneccimbaşısı olarak atandı. Mali işleri yoluna girmişti; ama sevgili eşinin ölümüne eskisi gibi hâlâ acıyla yanarak bekâr yaşıyordu. Oğlunu sık sık görebilmek, onunla konuşmak, gelişmesini izleyebilmek onun için büyük sevinçti. Kemal, hepsi hepsi dokuz yaşında olmasına rağmen yaşlı büyükanne, baba-oğul arasında gerçek bir dostluğa dönüşen görüşmeleri teşvik ediyordu.

Büyükanne, Kemal’i, bitmek tükenmek bilmeyen hikâyelerini dinleyerek güzel saatler geçirdiği babasının evine sıkça yolluyordu. Kemal, sonraları babasının keskin zekâsını hayranlıkla anacaktı.

Mustafa Asım’ın harikulade oymacılık çalışmaları da çocuğu çekiyordu. Onun bir mücevher gibi inceden inceye oyduğu girift bir Arapça yazıyı seyrederken, bir yandan da eski Türk tarihçilerinin eserlerinden alıp olağanüstü renkli anlattığı, o çok sevdiği hikâyeleri dinleyerek babasının yanında saatlerce oturabilirdi. Kemal, hayatı boyunca sürecek olan, kendisinde tarih bilimleri sevgisini doğuran Osmanlı İmparatorluğu’nun yükselme ve gerileme öyküsüyle daha çocukken böyle tanışmış; Osmanlı’nın ayrıntılı tarihini yazmak sonraları onun en tutkulu dileği olmuştu. Ölüm, onu tam bu çalışmanın başında, onu tamamlanmaktan çok uzaktayken yakaladı.

Ne var ki, babasının, soyu hakkında, soyunun sultanlar ve saray kamarillası tarafından uğratıldığı bütün o baskılar ve takipler hakkında anlattığı renkli, ayrıntılı olaylar onu tarih öykülerinden daha çok sürüklüyordu. Henüz unutulmamış atalarının gölgeleri, izlenimci ve aşırı derecede meraklı çocuğun gözünün önünden film şeridi gibi geçiyordu.

Mustafa Asım’ın 109 yaşına kadar yaşayan babası Şemsettin’in, son kuşakların tarihini belleğinde ayrıntılarıyla sakladığı anlaşılıyor. Mustafa Asım, onun sayesinde ailenin uzak soyağacını, aileyi tanınmışlıktan ve zenginlikten aşırı yoksulluğa götüren bütün o takipleri biliyordu.

Kemal’in babasının soyu, Orta Anadolu’nun büyük kenti Konya’da XVIII. yüzyılda yaşayan büyük feodal toprak sahibi Bekir Ağa’dan geliyordu. Bekir Ağa’nın torunları arasında ünlü başkomutanlar, kudretli vezirler, ün kazanmış şairler vardı. Şu veya bu ölçüde hemen hemen hepsi sultanların gözünden düşmüş, bazıları da başlarını cellat kütüğünde kaybetmişlerdi.

Şemsettin, beş sultan görmüş, 75 yıl hizmette bulunmuş, pek çok kez de sultanların zulmüne uğramıştı. II. Mahmut döneminde, artık yaşı iyice ilerlediğinde bütün varlığına el konulmuş, kelimenin tam anlamıyla sokağa atılmıştı.

Babası, tanık olduğu bu sahnenin bütün karışıklıklarını küçük Kemal’e ayrıntılarıyla anlatıyordu:

“Sultan tarafından yollanan askerler varlığına el koymaya geldiklerinde deden onlara şöyle dedi: ‘Neyim varsa hepsini alın, hiçbir şey bırakmayın. Üstünde namaz kıldığım şu eski seccadeye dokunmayın yalnızca.’ Ama onun bu mütevazı isteği bile yerine getirilmedi. İhtiyar adam, zengin evinden, üstünde ne varsa onlarla çıktı. Onu evine alan akrabaları olmasa bir duvarın dibinde açlıktan ölürdü.”

Bir zamanlar bütün bir bölgenin gelirinden daha fazla gelir getiren ailenin varlığından hiçbir şey kalmadı. Mustafa Asım, ailesinin acı hatıraları ve dinmeyen sızlanmalarının ortasında, aşırı yoksulluk içinde büyüdü. Çocukluğunda işittiği ve gördüğü her şeyi oğluna şimdi kelimesi kelimesine aktarıyor; onda rejime, despotizme ve istibdada karşı küçük yaşlardan itibaren öfke duygularının kabarmasına yol açıyordu.

Osmanlı İmparatorluğu’nun tarihi, bu hikâyelerin etkisiyle, çocuğun kafasında yeni bir ışıkta şekillenmeye başlar. Tarih, kafasında yalnızca parlak fetihler, büyük kahramanlıklar ve ışıltılı zaferler zinciri olarak belirmekle kalmaz, tarihteki anlamsız ve iğrençlik derecesinde acımasız birçok karanlık kanlı eylemi de görür.

“Efendim, siz bana Bayezıt’ın şehzadeliğinde pek kahraman, pek mert bir genç olduğunu, onun büyük kalbinden büyüklükten başka bir şey beklenemeyeceğini anlattınız. Peki, nasıl oluyor da bu kadar yüksek yaradılışlı bir insan tahta geçer geçmez masum kardeşi Yakub’u katlettiriyor?”

Mustafa Asım acıyla güler:

“Oğlum,” der, “padişahlar tahta çıktıkları gün doğarlar.”

Yıllar sonra, veliahtlığı sırasında liberalizm oyunu oynayan II. Abdülhamit tahta geçince, Kemal bu anlamlı cümleyi anmadan edemeyecektir.

 

Kemal, o zamanlar madalyonun öbür yüzünü henüz göremeyecek kadar küçüktü. Dedeleri cellat kütüğünde can vermişler ya da sultanların ve kamarillanın acımasızlığı sonucunda iflas etmişlerse bile, halka en az o kadar acımasız davranan ve ülkeyi batıran o feodal yönetici askeri çevrenin temsilcileriydiler sonuçta. Kemal bunu çok sonra anladı; ama o zamanlar babasının anlattığı hikâyelerin etkisiyle, soyunun hepsi en asil insanlardan, sultan despotizminin masum kurbanlarından oluşuyormuş gibi geliyordu ona.

Babasının hikâyeleri küçük Kemal’i okumaya heveslendirdi, onda bilgi açlığı uyandırdı. Çocuğun her şeyi bilmek isteyen meraklı zekâsı, üstün yetenekleri ve öğrenme tutkusu onun ilerideki eğitimi konusunu getiriyordu akla.

Reform öncesi Türkiye’sinde dünyevi okullar yoktu. Eğitim, din adamlarının ellerinde toplanmıştı. Hocalar ilkokullarda çocuklara okuma yazma öğrettikleri gibi, İslam’ın başlangıç akidelerini de verirlerdi.

 Eski zamanlarda her Türk okulunun sınıfında asılı duran vefalı falaka ile hocanın elinde tuttuğu çubuk, sert ve zor İslam bilgeliğini çocukların kafasına sokmak için sağlam bir yol olarak kabul edilirdi.

Halk edebiyatının tanıklığına göre, oğlunu okula götüren baba, hocaya genellikle “Eti senin, kemiği benim” diyerek, çocuğun bir yerini kırmadan pestilini çıkarıncaya kadar dövme hakkı olduğunu belirtmiş olurdu.

Öğrenimleri için hiç kimsenin para ödemediği, okulun malı gibi görülen zavallı öğrencilerin kaderine acımasız dayaklar düşerdi daha çok. Onlar, genellikle hocanın cezalandırmaya cesaret edemediği varlıklı arkadaşlarının yaptığı yaramazlıkların da cezasını çekerlerdi.

Bu tür durumlarda hoca:

“Suçu cezasız bırakmamalı, bu gene de onların yararına olur,” derdi[2]

İlkokulu bitiren Türk gençlerinin eğitimlerini sürdürebilecekleri tek yer dini eğitim veren medreselerdi.

Şimdi bu satırlar yazılırken, Yeni Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’nin; taassubun, gericiliğin ve gittikçe yozlaşan skolastiğin bu yuvalarını ve kaynaklarını ortadan kaldırmasının üstünden on yıldan fazla bir zaman geçti.[3] Ama küflenmişliğin damgasını taşıyan ve acıklı geçmişin canlı bir suretini çizen medrese binaları şimdiye kadar birçok şehirde hâlâ korunmaktadır.

Medreselerin hepsi aynı biçimde inşa edilmiştir. Medrese, caminin geniş avlusunu üç yanından kuşatan tek katlı büyük bir binadır genellikle. Kolonlarla desteklenen ve bina boyunca ilerleyen revağın altındaki onlarca kapı, kalın duvara açılmış küçük kafesli pencereleri olan ya da bazen sadece kubbedeki cam delikten aydınlanan küçük odalara açılır. Hapishane hücresine benzeyen böyle bir hücrenin bütün döşemesi samandan alçak bir sedirle bir hasırdan oluşur. Çocuk ilkokulu bitirdikten ya da evde öğretmeninden okuma yazma öğrendikten sonra, 12-15 yaşına gelince medreseye gider ve softa olur; ona, içinde okuma başında birkaç yıl geçireceği böyle bir oda verilirdi.

Yönetici memurluk kariyeri soyluların ve çok zenginlerin çocuk ve akrabaları için tekelleşmiş olduğundan, medreseler genellikle bu kariyerin kendileri için erişilmez olduğu orta sınıf kökenli çocuklarla dolardı. Bir softanın yaşayışı çok mütevazıydı: Medrese, genç bir adamın midesini doyurmaya yetmeyeceği açıkça belli olan, genellikle duru bir çorba ve biraz sebzeden oluşan basit bir yemek verirdi. Geriye kalan her şeyi softa kendi parasıyla almak zorunda kalırdı. Şanslı olanlar –büyük toprak sahipleri, zengin köylüler ya da tüccar çocukları- ailelerinden biraz para ya da yiyecek yardımı alırdı. Ama bütün ülke halkının yoksulluk içinde olduğu o zamanlarda böylelerinin sayısı fazla değildi. Çoğunluğu kıt kanaat geçinir, ne iş olursa yaparlardı: Kuran ve diğer dini kitapların nüshalarını yazarlar, bekçilerin camiyi süpürmesine ve çeki düzen vermesine yardım ederler, öğretmenlerin evlerinde hizmet ederler, ya da onlara çarşıdan erzak taşırlardı.

Medrese eğitimi 10-12 yıl sürerdi. Softa bu süre içerisinde Arapça gramer, ahlak, belagat ilmi, ilahiyat, felsefe, İslam hukuku “şeriat” ve nihayet Kuran ve sünnetleri öğrenmeyi başarırdı.

Softa medreseyi bitirince danişment, yani bilgili unvanını alır, hoca ya da imam olabilirdi. Öğrenimini sürdürmek ve dini hukuk hiyerarşinin en yüksek basamaklarına çıkmak isterse o zaman bunu tamamıyla kendi olanaklarıyla yapmak zorunda kalırdı ki, bu çok azı için erişilebilir bir şeydi.

Yeni öğrenime başladıktan birkaç yıl sonra ulemalığın birinci aşamasını elde eder, taşrada kadılık görevi alabilirdi.

Ulemalık, pek az şanslının ulaşabileceği bir aşamaydı. Kutsal yasa ulema kanı dökmeyi yasakladığından, İslam dini hukukunun bütün karanlık noktalarını yorumlayan, onların onayı olmaksızın genellikle hükümet fermanlarının bile çıkarılamadığı tefsirciler büyük ayrıcalıklardan, bu arada hayatlarının emniyet altında olması güvencesinden yararlanırlardı (ki bu, o zaman için hiç de önemsiz bir güvence sayılmazdı). Bu en yüksek dini sınıf, sultanlar için hem destek hem de çekinilmesi gereken bir güçtü. Tarihte bu yasanın sultanlar tarafından zekice kullanıldığı pek çok örnek bulmak da mümkündür. Saltık hâkimiyetini kısıtlamaya çalışan ulema sınıfıyla mücadele eden IV. Murat yasayı ihlal etmemek için asi Şeyhülislamın (kanı dökülmeksizin!) havanda dövülmesini emretmişti. Yasaya tamamıyla uyulmuş; Sultan yasaklanan kanın bir damlasını bile dökmemişti.

Ne var ki, cellat baltasının sürekli bir tehdit oluşturduğu diğer halk sınıflarıyla kıyaslandığında ulema kendisini göreceli olarak huzurlu hissedebilirdi.

Reform öncesi Türkiye’sinde gençlik böyle bir eğitim yolundan geçerdi. Uzun yıllar süren öğrenim sonucu varlıklı bir ailenin oğlunun elde edebileceği en yüksek kariyer işte böyleydi.

Tanzimat reformları toplumsal yaşam bakımından birçok şeyi dini otoritenin elinden aldı. Kapitalist ilişkilerin doğması, modern uygulamalı bilimleri bilen dünyevi aydınların varlığını gerektiriyordu. Rüştiye adı verilen sivil okullar ilk olarak açıldı. Bunlar elbette oldukça basit dünyevi bilim okullarıydı. Medresede olduğu gibi bu okullarda da dini ve skolastik bilimlere ağırlık veriliyordu. Üstelik program hacmi olarak Avrupa’daki ortaokullara bile karşılık gelmiyordu, ama bütün bunlara karşın zamanın gericilerinin, kutsallığa hakaret olarak gördükleri genel kültür dersleri de veriliyordu.

Abdüllatif Paşa, ailesiyle İstanbul’a taşındığı zaman orada böyle birkaç okul bulunuyordu. Dedesi ve babası bu konu hakkında görüştükten sonra Kemal’i onlardan birine vermeye karar verdiler. Bayezıt Camii’nin yakınlarında, şimdi İstanbul Üniversitesi’nin bulunduğu eski İstanbul’un tam merkezindeki rüştiye’ye yazdırdılar ilkin.

Yaşlı bir uşak, eski İstanbul’un daracık, labirent gibi karışık sokaklarından geçirerek sabahları Kemal’i okula götürüyordu. Sarıklı, sakallı tüccarların küçük dükkânlarının eşiğinde tespih çekerek nargile içtikleri Kapalı Çarşı’nın yanından geçiyorlardı. Zanaatçılar işte burada dikiyor, yontuyor, yünle ya da pamukla dolu minderleri ve yorganları dövüyorlardı. Bakırcılar kulakları sağır eden bir gürültüyle çekiçlerini büyük kazanların ve tencerelerin üzerine indiriyorlar, meyve ya da her yanına çıngıraklar asılmış uzun boğazlı testilerden soğuk su satan seyyar satıcılar keskin bir sesle bağırıyorlardı. Güvercinler Beyazıt Camii’nin avlusunun üzerinde fırfır dönüp duruyor, müezzinler minarelerden ezan okuyorlardı.

Sokak yaşamı, okulluların çoğunu karşı konulmaz biçimde çekerdi. Kendilerini getirip götüren lalalarını birkaç kuruş rüşvetle kandırarak Süleymaniye’nin büyük avlusuna bilye ya da aşık oynamaya ya da çarşının ortasında sadece oradan oraya koşuşturmaya giderlerdi. Ama Kemal’i sokaklar çekmiyordu. Öğrenmek onun için en büyük zevkti. Bu ilk başladığı okula beş ay gitti, sonra onu eve daha yakın olan Valide Camii Mahallesi’ndeki Valide Mektebi’ne verdiler.

Bu okulun öğretmeni Şakir Efendi, seçkin bir insandı. Mükemmel bir eğitimci, aynı zamanda kendisi de şiir yazan bir şiirseverdi. Konuşmasıyla, davranış ve hareketleriyle eski hikâyelerden çıkmış bir bilgeyi andırıyordu. Bir çocuğu görmesi, onda ne tür yeteneklerin bulunduğunu anlaması için yeterliydi. Çocukça olmayan ciddiyeti, görgüsü ve bilgileriyle Kemal, arkadaşlarından büyük ölçüde ayrılıyordu. Şakir Efendi, çok gecikmeden onu diğer öğrencilerin arasından çekip, ayrıca eğitmeye başladı. Kemal, öğretmenine iyice bağlandı. Büyük bir çabayla derslere sarıldı, çok kısa bir süre içerisinde de diğer çocuklar için yıllar gerektiren bir aşamaya ulaştı. Öğretmenini bazen çıkmaza sokan şaşırtıcı bir belleğe sahipti.

Bir gün, öğrencilere ödül dağıtılması dolayısıyla okulu Sultan Abdülmecit ziyaret edecekti. Okul için büyük bir olaydı bu. O zamanlar halkın çoğunluğu için sultan, hemen hemen ilahi bir varlıktı. Şakir Efendi, tören günü için yetmiş beyitlik bir kaside yazdı. Şiiri sultanın önünde okuma görevini, gözde öğrencisi Kemal’e verdi. Çocuğu yanına çağırıp şöyle dedi:

“Beni dikkatle dinle: Sana bir şiir okuyacağım, sen de onu güzelce ezberleyip ziyaretçilerin önünde okuyacaksın.”

Okumasını bitirir bitirmez sayfaları Kemal’e uzattı, ama o sayfaları geri verdi:

“Hoca Efendi, defteriniz bana gerekli değil, ben şiiri ezberledim bile.”

Kasideyi hemen orada kelimesi kelimesine tekrarladı. Bitirince şaşkınlıktan donup kalan öğretmenine:

“İşte görüyorsunuz, ezberledim, ama onu Padişah’ın, o kadar insanın önünde okumaya utanırım…”  dedi.

“Ne? Utanır mısın? Onların hepsi mezar taşı oğlum, hepsi mezar taşı!” diye cevapladı öğretmeni.

Kemal, sonraları okul yıllarını anımsarken sık sık şöyle diyecekti:

“Öğretmenin bu sözleri bende öyle bir etki uyandırdı ki, o gün törende sanki karşımda Padişah’ı ve onun şatafatlı maiyetini değil de gerçekten mezar taşlarını görüyormuşum gibi bütün kasideyi hiç takılmadan gür, azalmayan bir sesle okudum. Ondan sonra da hayatım boyunca, Sultan’ın, vezirlerin ve önemli şahısların huzurunda bulunmam gerektiğinde onları mezar taşlarından daha fazla önemsemedim.”

Geleceğin mutlakıyete karşı savaşçısını şekillendirmek için bundan daha tipik bir çizgi bulmak güçtür. Türkiye’nin cahil, unutulmuş, koyu dini taassup içindeki halkı için sadece o zaman değil, 60-70 yıl sonra da padişah “Allah’ın yeryüzündeki gölgesi” olarak kalmaya devam etti. Ve işte, sıradan bir öğretmenin söylediği basit bir cümle, gericilik çağları boyunca yerleşmiş olan, Padişah karşısında duyulan korkunun, öğrencisinde hayatı boyunca yok olmasına yol açtı.

Birkaç ay daha geçti. Çocuk okula istekle gidiyordu. Dersler ve öğretmeniyle yaptığı sohbetler, yaşıtlarıyla birlikte geçireceği her türlü eğlenceli zamandan daha güzeldi onun için. Babasıyla görüşmeleri gittikçe daha çekici gelmeye başladı. Ama birdenbire bütün bunları bırakmak gerekti. Abdüllatif Paşa Kars’a tayin edilmiş, aile bu uzak yolculuk için hazırlıklara başlamıştı. Kemal’in yaşamındaki ilk ciddi sarsıntıydı bu. Kemal, kendisini İstanbul’da bırakmalarını istiyordu, ama dedesi bunun sözünü bile duymak istemiyordu. Haklı olarak gururlandığı ve gerçekten sevdiği torunu olmaksızın yaşamayı düşünemiyordu şimdi. Onun bu isteğine, ataerkil bir ailede olması gerektiği gibi itiraz kabul etmez bir buyurmayla karşılık vermek yerine, 10-11 yaşındaki çocuğun yolculuğa ikna yoluna gidilmesi, ailenin iç ilişkilerini karakterize etmek bakımından ilginçtir. Çocuk, gitmeyi kabul ettikten sonra bile, öğretmeni Şakir Efendi’nin verdiği listede yer alan ve ilerideki eğitimi ve okuması için gerekli bütün kitapların alınması ve yanında götürmesine izin verilmesini kesin olarak şart koştu.

Abdüllatif Paşa, torununun böylesi ciddi talebine gülümseyip, içten içe de gururlanarak isteğini yerine getireceğine söz verdi. Ama listeyi görünce ürktü. Listede yüzlerce ciltlik kitap sıralanıyordu. Sadece onların götürülmesi için bile onlarca yük hayvanı gerekiyordu. Ne var ki, ihtiyar paşa sözünden dönmezdi. Kitaplar gerçekten alındı ve ailenin eşyalarını taşıyan kervana katıldı. Kemal, yol boyunca kitaplarını bir dakika olsun unutmuyor, her molada denkleri kontrol etmeye koşuyordu.

Kars’a yolculuk, küçük çocuk üzerinde önemli etkiler bırakan büyük bir olaydı. Yol, uzun ve zorluydu. Bütün Anadolu’yu bir baştan bir başa geçmek gerekiyordu. Yolculuk aylarca sürdü. Yol üzerinde eski kentler, küçük yoksul köyler, dağlar, göller, ormanlar vardı.

Sapanca’nın şahane meyve bahçelerinin ve Sakarya’nın gür bitki örtüsüyle kaplı dar boğazlarının arkasında, orta platonun hüzünlü çıplak kayaları, sonra karlı dorukları, iç karartıcı boğazları, gür ormanlarla kaplı yamaçlarıyla muazzam ıssız dağlar uzanıyordu yine. Akşamları gökyüzü, sanki Anadolu’nun uçsuz bucaksız yabanlıklarından başka hiçbir yerde görülemezmiş gibi gelen gün batımının büyüleyici renkleriyle alev alev yanıyordu. Aşağıdan bakınca, dağların yeşil şapkasında kaynaşan böcekler gibi görünen Ankara Keçileri ve koyunlar, yüksek dağların düzlüklerinde şurada burada otluyordu. Akşam genellikle küçük yoksul bir köyde, yoksul çıplak bir yolcu evinde, bazen de pek büyük olmayan bir çiftlik evinde ya da Asya’nın uçsuz bucaksız enginliklerini bütün yıl boyunca bir uçtan bir uca gidip gelen büyük deve kervanları için yapılmış kirli pis bir handa konaklıyorlardı.

Akşamları buralarda olağanüstü hikâyeleri bol bol dinlemek mümkündü. Anadolu kervanları, büyük kentlerin yüzlerce kilometre uzağındaki bu ıssız, ihmal edilmiş bucak ve köylerde her zaman gazete, kitap ve tiyatronun rolünü oynardı. Hiç kimse haberleri kervancılar kadar hızlı yayamaz, hiç kimse onların bildiği kadar çok ilginç hikâye bilmezdi. Onlar Mekke’de, Şam’da, İran’da, Afganistan ve hatta Hindistan’da birçok kez bulunmuşlardı. Yanlarında müzik aletleri taşır, çeşit çeşit şarkılar söylerlerdi. Aralarında zeybekler ya da oyunlarıyla ünlü diğer yörelerden insanlar varsa kervan gelir gelmez hana akın eden köylü kalabalıklarının önünde oynarlardı. Sonra denkler çözülür ve ticaret başlar. Onların, halkın gözlerini kamaştıran harika şeylerden oluşan bitmez tükenmez stokları vardır. Evde eğrilmiş iplik, zeytin, tütün, afyon, bazen de bir kadının gerdanlığından hemen orada çekilip alınmış altın bir para karşılığında kervancı her türlü ufak tefek ev eşyasını köye bırakır. Sonra yavaş yavaş her şey susar; köylüler havadisleri ve satın aldıkları şeylerin kalitesini tartışa tartışa dağılırlar, yorgun kervancılar uykuya dalar, yalnızca develer yerde yatıp uzun uzun geviş getirerek dudaklarını kıpırdatırlar.

Buna karşılık, bütün bu bilinmeyen, bir çocuk için böylesine çekici yeni şeylerin yanında, daha başka şeyler de bu yaşına göre çok ciddi ve düşünceli çocuğun gözünden kaçmaz. Bitmek bilmeyen yolculuk boyunca,    üzerinden sanki her şeyi yok eden yabancı bir barbar dalgasının akını geçmiş gibi perişan olmuş bir ülke görür. Bir zamanlar işlenen, şimdi yabani otlarla kaplı terk edilmiş tarlalar, yüzüstü bırakılan bahçeler, bağlar... Geçmişten bu yana yüzyıllardır özenle korunmuş, şimdi suyu çekilmiş arklar boyunca hüzün veren, kurumuş çıplak kavak ve söğüt ağaçları uzanıyordu. Sadece yaşlıların, kadınların ve çocukların kaldığı birçok köy, terk edilmiş görünüyordu. Buralardan jandarmayla birlikte asker toplayıcıları geçmişti. Başarabilenler dağlara kaçmış orada saklanıyordu; köyde bulunanlar ise hiçbir ayrım gözetmeden orduya alınmıştı.

Henüz köy halkının bulunduğu yerler ise korkunç derecede yoksullaşmış, ezilmiş ve aç görünüyordu. Taşra yönetimi, kadılar, din adamları, öşür toplayıcılar, toprak sahipleri ve tefeciler, köylülerin nesi var nesi yoksa zorla elinden alıyor; ülkeyi aç çekirgeler gibi kırıp geçiriyorlardı. Daha cesur erkekler dağa çıkıyor, orada büyük eşkıya çeteleri oluşturuyor; toprak sahiplerini, yolcuları, küçük yerleşimleri soyuyorlardı. Çocuklar köle olarak satılıyordu. Gücü kuvveti yerinde, sağlıklı insanların çoğunluğu şehirlere gidiyor, etraflarında her zaman bir yığın işe yaramaz hizmetkâr bulunduran varlıklı insanların hizmetine giriyordu. XIX. yüzyılda Türkiye’de en az bir milyon köle ve hizmetçinin ev hizmetinde bulunduğu, yani üretimde emek harcamayan insan konumunda olduğu hesaplanmıştır.

Onlar ya çok küçük paralar karşılığında ya da hiç para almadan sadece bir parça ekmek karşılığı işe giriyorlar, yarı aç bir yaşam sürdürüyorlardı. Orta derecede varlıklı bir evde bile, topraktan bu toptan kaçış sayesinde onlarca hizmetkâr vardı. Türk şehir yaşamı, Avrupalı gezginleri, ev hizmetkârlarının çokluğuyla şaşırtıyordu.

Yollar bakımsız ve çok kötü durumdaydı. Yapım zamanları tarihin derinliklerinde kaybolan; Yunanlılar, Romalılar ve Araplar tarafından bakımları özenle yapılan eski ticaret yolları çoktan ıssız yerlere dönüşmüştü. Onların varlığı, büyük kaldırım taşlarıyla ve iri levhalarla döşenmiş, hâlâ korunan birkaç küçük yerden anlaşılıyordu yalnızca. Dağ yolları toprak kaymalarıyla kapanıp yağışlarla aşınmış olduğundan yolculuk tehlikeliydi. Vadiler boyunca yollar, coşkun sellerin getirdiği taş yığınlarıyla dolmuştu. Bu yollar ilkbahar ve sonbaharda, köy kağnılarının ancak parmaksız tekerleriyle geçebileceği “Osmanlı çamuru” diye bilinen yoğun, kırmızı, vıcık vıcık bir çamura dönüşüyordu.

Sıska camızların çektiği bu kağnılar, kendilerini kilometrelerce öteden duyulan gıcırtılarıyla belli ederlerdi. İşte koşum hayvanlarının yanında, çamurun içinde yürüyen köylülerin şarkıları da bu gıcırtı gibi ağır ve hüzünlüydü.

Böylesine uçsuz bucaksız genişlikte, bereketli toprağının her avucunda zenginlikler gizleyen ve böylesine perişan memleket tablosu, küçük Kemal’de silinmez bir izlenim bıraktı.

Aile Kars’a gelince zaten ciddi olan çocuk, karamsar ve sinirli oldu. Yarı vahşi halkı ve korkulu komşusu Rusya’ya karşı ileri karakol durumundaki heybetli kalesiyle sert dağlık arazinin romantizmi, onda bir çocuktan beklenebilecek heyecanları uyandırmıyordu. Tuhaf olmasına tuhaftı, ama başkentten binlerce kilometre uzakta olmasına rağmen aklı hep oradaydı. Ne oyun, ne de herhangi başka bir eğlence onu oyalamıyordu. Bütün günlerini kitaplarının başında geçiriyor ya da bir köşede derin düşüncelere dalıyordu. Akşamları açık pencerenin önünde saatlerce oturuyordu. Uykusunda karabasanlar sıkıntı veriyor, rüyasında sık sık babasının da dedesinin kardeşi Müderris Osman Paşa’yla aynı kadere uğradığını, celladın korkunç baltasını onun boynuna indirmek için kaldırdığını görüyordu.

Çocuğun sinirleri iyice bozulmuştu. Neyse ki onu dikkatle izleyen büyükannesi çocuğun ruhunda olup bitenleri fark etti. Çocuk, diğer çocuklardan köşe bucak kaçtığı ve oyun oynamayı reddettiği için büyükanne çare olarak onun doğaya karşı ilgisinden yararlanmaya karar verdi. Kemal’e güzel bir Arap atı ile av tüfeği alındı, Kara Veli Ağa da ona lala olarak verildi. Başlangıçta kitaplarını ve tek başına hayal kurmayı av uğruna bırakmak istemedi; ama sonra gençlik galip geldi.

Pitoresk[4] çevrelere yapılan uzak gezintiler, düzlüklerde ve at sırtında doludizgin koşturmaca, hele hele bu yoksul ve güçlüklerle dolu ülkenin gerçek evladı, ilginç birçok hikâye bilen, cesur, becerikli yaşlı askerin arkadaşlığı çocuğa iç karartıcı düşüncelerini unutturdu.

Kemal, İstanbul’da başladığı eğitimini ne olursa olsun yarıda bırakmak istemiyordu. Kars’ta okul yoktu. Memurların, askerlerin ve büyük tüccarların çocuklarını okutan hocaların kendileri de genellikle kara cahildi. Abdüllatif Paşa, torununa az çok kabul edilebilir bir öğretmen bulmayı güçlükle başardı. Öğretmen, Kars’ta bilgin sayılan yaşlı bir şeyhti. Doğal olarak Şakir Efendi’yle hiçbir benzerliği yoktu; ama öğretmenine ısınan çocuk ondan severek ders alıyordu. Öğretmenin şiir yazması çocuğu özellikle çekiyordu. Öğrencisinin çok küçük olmasına bakmadan ona tasavvuf felsefesinin inceliklerini anlatıyor; Osmanlı şairlerinin kralı Mevlana Celaleddin-i Rumi’nin Mesnevi’sinden parçalar okuyordu. Kemal, gönlünü yavaş yavaş şiire kaptırıyordu. Bir gün kendisinin de ünlü bir şair olacağı konusunda hayaller kurmaya başladı.

Şeyhin kitapları arasında eski ünlü şairlerin kitapları da vardı; Nabi’nin, Sümbülzade’nin oldukça özgür, anakreontik[5] içerikli kitapları. Şeyh, okuması için bunları çocuğa vermekte hiç tereddüt etmiyor, ona aynı zamanda eski şiirin yazma biçimlerini ve kurallarını da öğretiyordu. Kemal de on iki yaşında, eski usulle, biraz tumturaklı, pek de ahenkli olmayan; ama çocuksuluktan uzak ruh halini yansıtan ilk beytini yazdı.



[1] Bu kural, müftü Behçet Abdullah’ın, III. Ahmet döneminde, 1729’da yayımlanan fetvasında bulunur. İstisna yalnızca ulema ve yeniçeriler için yapılıyor, ölümlerinden sonra onların varlığı sultana geçmiyordu.

[2] Ömer Seyfettin’in okul yıllarını anlattığı anıları ve bazı öyküleri ile Ahmet Rasim’in bazı anlattıkları, o zamanki hocaların böyle ilginç söylemlerine tanıklık eder.

[3] Kitabın 1935’te basılmış olduğu göz önünde bulundurulmalıdır. Çev.

[4] Pitoresk: Durumu ve görünüşü resim konusu olmaya değer (görünüş). Çev.

(5) Anakreontizm: İnsanın yalnızca en hoş, en güzel şeylere ilgi duyması gerektiğini savunan şiir üslubu ve biçimi. Adını, MÖ. VI. yy.’ın ikinci yarısında yaşayan, şiirlerinde şaraptan, yemek zevklerinden ve özellikle aşktan söz eden lirik Yunan şairi Anakreon’dan alır. Çev.

 

 
 
YAZAR, ÇEVİRMEN VEYA BAYİ OLARAK
BİZİMLE ÇALIŞMAK İSTER MİSİNİZ?